aidiyet
Truman Show (1998) filmini neden bu kadar sevdik acaba? Doğrusu senaryosu ve sempatik aktör Jim Carrey’in performansı dışında vasat bir film. Fakat öyle bir senaryo ki hem kendini hem de filmi eşsiz kılıyor: Truman, düzenin saat gibi işlediği, neredeyse ideal bir adada yaşar yaşamasına ama içinde bir eksiklik, gitme arzusu… Bir gün öldüğünü sandığı babasını görür, işkillenir; ipuçlarını takip edince gerisi çorap söküğü gibi gelir. Hayatının en başından beri kurgu, devasa bir televizyon projesi olduğunu; yaşamının, ilişkilerinin, aidiyetlerinin koca bir yalan olduğunu öğrenir. Büyük hayal kırıklığı!
Bana kalırsa Truman’ı unutulmaz kılan, onunla çok kolay özdeşim kurabilmemiz. İki nedenle. Birincisi film artık dar gelen domestik çemberden (aileden) çıkmanın, babaya-otoriteye isyanın, yani ergenliğin alegorik bir anlatımı. İkincisi filmin, insan yavrusunun ortak trajedisini çarpıcı bir kurguyla, bir nevi hızlı çekimle anlatması: Truman’ın, hepimizin büyürken tedricen maruz kaldığı narsisistik kırılmaları, şiddetli bir depremle aniden yaşaması. Paramparça olan anlam dünyasının, camdan hayatının altında kalması. Yani bu zavallı adamı kendi gizli tarihimizde (bilinçdışında) çok iyi tanıyor, anlıyor olmamız. Nasıl mı?
Psikanalizin senaryosu yaşamımızı, filmin bittiği, arzunun doğduğu yerden başlatır. Bebekken dünyanın merkezinde olduğumuzu, çevremizde dönüp duran insanların bizimle, bizim için var olduğu düşlemini kurarız. Zamanla büyük çaresizliğimiz, büyüklenmemizi yener. İdeali sırasıyla ebeveyne, aileye, ünlülere, hocalara, yazarlara vs. yönlendiririz. İdealizasyon ihtiyacı, büyüdükçe azalır ve sağlıklı bir seviyeye geriler: aşka, öğrenmeye, inanmaya hizmet eder; herkesin üç aşağı beş yukarı aynı olduğunu anlarız. Doğumum yaşlı dünya için bir armağan, ölümüm ceza değildir. Yaşamımı, insanlık tarihinin de trajedisinin de bir parçası haline getiririm. Ama aynı zamanda kişisel bir hikâyenin hem yazarı hem de başrolüyümdür. Freud’un dediği gibi “İnsan hikâye anlatabilen hayvandır”; hikâyeleştirme bir anlam arayışıdır. Neden anlam ararız? Hikâyemi (yaşamı) anlamlı kılan nedir?
Olası yanlış anlamayı engelleyelim; T. Eaglaton’un haklı olarak yanıtlamadığı bir soruyu, hayatın anlamı nedir, sorusunu sormuyorum (137). Hayatımıza anlam katmamızı sağlayan nedir, daha doğru bir ifadeyle hayatta anlam bulabileceğimiz zemin neresidir, diye soruyorum.
Önce ilk sorudan başlayalım: Neden anlam ararız? Korktuğumuz ve sıkıldığımız için. Öleceğimizi biliyoruz, ölümden korkuyoruz, ölümlülükten kaçıyoruz. Arayış bir kayboluş, genlerimize zerk edilen ölümlülük bilincine karşı bir panzehir. Evrimimizin karmaşık hediyesi zihnimiz, insanı sadece hâkim tür değil, en acıklısı da yaptı. Köhnemiş bir bilgisayarda, son model bir oyunu oynamaya çalışıyoruz. Yüklemiyor, takılıyor, duraklıyor. Sıkılıyoruz. Sıkıldığımıza sıkılıyoruz. Bulanık arzunun dar kovuğu sıkıntı: “bir şeyi” çok istemek ama ne istediğini bilememek. İşte “o” her neyse onu; ne olduğumuzu, nereye varacağımızı bize anlatacak olanı, anlamı arıyoruz. Hiçbir zaman yakalayamayacağımız arzuyu. Formülümüzü sadeleştirelim: anlam imkânsız arzu, arayış onu imkânlı kılma çabası.
Hepimiz birer Sisifos’uz: Bir kayayı biteviye tepeye sırtlayıp aşağı bırakan o trajik kahramanız. Yaşam da bu çabamız. Felsefenin (Sisifos’un) pragmatik olmadığı aşikar, psikoloji ise fazlasıyla öyle. O halde faydacı soruya gelelim: Nasıl bir zeminde hayatıma anlam katabilirim? Madem faydacı düşünmeye karar verdik o halde anlam için bir zemine ve zeminin ne olduğunu anlamaya ihtiyacımız olduğunu kabul edelim.
Yerçekimi salt bir fizik yasası, zorunluluğu değil; bir bağ, bağlantı aynı zamanda. Zemin temel, yeryüzü, plesenta. Yerçekimsiz ortamda astronot cenine, mekikle bağlantısı göbek kordonuna ne kadar da benziyor! “Ayakları yere basmak”, “altından zeminin kayması”, “zeminin kaygan olması” deyimlerinin de gösterdiği gibi, zemin bir güvence. Zemin toprak, zemin vatan, zemin köklenme aslında.
Arapça “aid” kökünden gelen ait bağlı, ilişkili demek (138). Aidiyet ise sürekliliği olan, güven ve sevgi duyduğumuz bağlar olduğunu duyumsamak. Ailemden miras bahçede bulup sevdiklerim, ekip büyüttüklerim aidiyet.
Maslow’un pragmatik piramidinde, güvenden sonra sevgi ile birlikte ikinci temel ihtiyaç olarak gördüğü aidiyet, psikanaliz için tıpkı kimlik gibi bir ara alan kavramı. Yani aidiyetin daha derinlikli yapı taşları var, psikanalizin meselesi onlarla. Geliştirdiği bağlanma kuramıyla psikanalizi psikolojiye çevirmekle eleştirilen Bowlby, gençliğinde analisti M.Klein tarafından uyarılmış: “Dr. Bowlby, biz gerçeklikle ilgilenmiyoruz, fanteziyle ilgileniyoruz” (139). Psikanalitik açıdan aidiyet, kimlik, sahiplenme gibi üst-yapısal kavramları birbirinden kalın çizgilerle ayırmak mümkün değil. Bunları (ve psikanalizi) pişmiş bir çorbanın alaşımı gibi düşünmek daha anlamlı.
Çorbanın tek bir tarifi, bir tek ustası da yok. Mucidi Freud ama ondan bu yana damak tadı çok değişti. Tarifteki en büyük yeniliği, kırılmayı da Fairbairn yaptı: “insan haz değil, ilişki arar.” Malzemede çok temel bir değişiklik anlamına geliyordu bu. Mitchell’in yaptığı benzetmeyle Freud’un haz arayan, zorunda olduğu için ilişkilenen, zamanla ehlileşen vahşi hayvanı; ilişkilenme kapasitesiyle doğan yeterli bakım/ilgiyle büyüyebilen bir bitkiye döndü (140). Yine de çorbanın adı değişmedi. Mühim olan faydası (sağaltıcı etkisi) ve lezzetiydi (inandırıcılığıydı) zaten.
Gastronomi (kuram) tartışmaları bu yazını konusu değil. Görünen o ki insan ilişki arar. Bu ilişkiler içinde sevmek/sevilmek, güvende hissetmek, ait olmak, saygı-takdir görmek, kaynaşmak, haz almak ister. Şu fani dünyada ancak ilişkisel zeminde, ne olduğunu bilemediğim eksiğimi (arzumu) ötekinde arayarak anlam bulabilirim. İster bir dürtü türevi, isterse kendisi bir dürtü olsun, ilişkiler, bağlar ve aidiyetlerle filizlenebilirim. Birçok yazıda aidiyetle ilişkilendirilen “sahip olmak” ise zeminin değil, düzenin sorunudur. Mülkiyet baş belasıdır. Aidiyet köke, sahiplenme ağacın meyvesine, gölgesine dairdir. Sevgiden, güvenden sahip olmayı anlayanın vay haline! Bir başka büyük aşçı Fromm, insanın “olmak” istediğini, “sahip olmanın” bir yanılsama olduğunu açığa çıkarır (141). İnsan olmanın ana koşulu ise insanlar içinde büyümektir. Ormanda kaybolup, diğer memeliler tarafından evlat edinilen ve daha sonra bulunan insan yavrusundaki aksaklıklar bize bunu acı bir biçimde kanıtlar.
Bir psikoloğa/psikiyatriste soracağınız en zor sorulardan biri şudur: “Çocuğuma evlatlık olduğunu ne zaman ve nasıl söylemeliyim?” Bu soruya verilen hızlı ve kalıp yanıtlardan sonsuza dek uzaklaşmanızı öneririm. Böyle bir yanıtı olduğunu düşünenlerin de Truman Show’u tekrar izlemelerini. Evlat edinme memelilere dair, iyinin ve kötünün ötesinde, karmaşık bir meseledir. İnsanda aidiyet duygusunda çoğu zaman bitmeyecek bir çatışmaya yol açar. Aslında hepimiz, aile ağacının meyvesiyiz, kökten uzağa düşemeyiz. Evlatlık, tohumun, yaşatılmak üzere kökten koparılması-uzaklaştırılmasıdır. Hayat ağacına (kökene) dair bir güveni, köklenmeye dair umudu zedeler. Evlatlık olduğunu öğrenen bir kişinin anlam dünyası, geçmişi yerle bir olur, kandırıldığını düşünür. Ancak iyi ki, Truman gibi kullanılmış, saf kötülüğe maruz kalmış bir deney hayvanı olduğunu hissetmez. Truman, bir yapım şirketinin (sistemin), kendi çıkarları adına hayatını rehin aldığı ilk evlatlığıdır (kurbandır).
Truman Show, sadece bireysel bir trajediyi konu almaz, sağlam da bir sistem eleştirisi yapar. Bir insanın hayatı, anıları, hayalleri, reyting uğruna feda edilir. Kapitalizm (kar), başkalarının hayatına, haklarına kısmen veya tamamen el koyarak var olabilir ancak. Azınlık için refah, çoğunluğun acıları, emeği üzerinde inşa edilir. Amerikan rüyası sınıflar arası çatışmayı uyutmayı, sınıfsal bilincini (aidiyeti) bastırmayı şimdilik başardı. Bastırılan er ya da geç, semptomla (krizle) geri döner. Kapitalizmin günümüzdeki semptomu tüketim toplumu, (narsisistik) açlığını tıkınırcasına yiyerek (fastfood gibi) gidermeye çalışır. Kendini aç bırakanın, yani tüketimin bağımlısı haline gelir. Televizyon hem ideolojinin aygıtı hem de bu pasif alıcılığın sembolüdür. Ekran başında Truman’ı izleyen herkes, bu yalan dünyanın tanrısı (yapımcısı), elçisi (yönetmeni) kadar suçludur. Truman’ı uyandırmak, gerçeği söylemek için yapıma sızan her isyankar, “demokratik” yöntemlerle uzaklaştırılır.
Film, arayışla, umutla biter. Truman, ironik bir biçimde Colomb’un “yeni kıta”yı keşfettiği geminin adaşı (Santa Maria) bir tekneyle özgürlüğe yelken açar. Zorlu bir yolculuktan sonra, kendini tekneye bağlayarak (zincirlerinden başka kurtulacak bir şeyi kalmamıştır) hapsolduğu dünyanın sınırına dayanır. O artık “american life”ın dışına çıkmak, gerçek yaşamı ve aşkı keşfetmek istiyordur. Christopher (yönetmen-baba-sistem) son hamlesini yapar, dışarıda kendisini farklı bir dünyanın beklemediğini, onun için planlanmış projeye/hayata ait olduğunu söyler. Oysa Truman başka bir dünyanın mümkün olduğunu biliyordur artık. Sistem çöker.