hayır diyebilmek
Birçok dilde kullanılan diyakritik (ayırıcı) imler sesin inceliğini, vurgusunu, aksanını kısaca okunuşunu değiştirir. Fazlaca ithal kelime bulunan Türkçe ’de bir tek şapka (inceltme) işareti kullanılır ki orada da bir karmaşa hâkimdir. Ancak asıl zorluk, zihnin ürünleriyle dilin imkânları arasındaki mesafedir. Simgesel olan imgeselin ikamesi olabilir ancak, hiçbir zaman aradaki boşluğu kapatamaz. Kırkbir çeşit “hayır” vurgusu/duygusu olduğundan söz edilir örneğin, oysa hepsi aynı biçimde yazılır.
Dilimize Arapça’dan konuk “hayır” kelimesi iyi, daha iyi, tercih edilen, iyilik anlamlarına gelir. Türkçede olumsuz cevap anlamında kullanımın, olumsuzluğu direkt ifadeden kaçınan bir hüsnü tabir olduğu ve 17. yüzyıldan itibaren yaygınlaştığı söylenir (1). Reddedebilmek, sosyolojik olarak günlük yaşamın çeşitliliğiyle, psikolojik olarak bireyselleşmeyle bir seçenek haline gelmiş olmalı. Neyin hayır, neyin şer olduğuna dair bireysel seçimlere/farklılıklara; gelişim psikolojisi açısından da çocuğun özgün ve özerk bir birey olduğuna/olacağına saygı duymakla. Sahi, çok kolay kullanıyoruz ama saygı duymak ne?
Saygı; değeri dolayısıyla bir kimseye, bir şeye karşı dikkatli, özenli, ölçülü davranmaya sebep olan sevgi duygusu, hürmet, ihtiram olarak tanımlanır (2). Psikanalitik açıdan da sevgi zemininde farklılıkların ve kişisel sınırların kabullenilmesine dair üstyapısal, bileşik bir zihinsel işlem, anlayışın düşünsel hali olduğu söylenebilir. Ya da Cemil Meriç’in özetiyle “saygı, sevginin papyon takmış halidir”(3). Teşbihte hata olmaz: sevgi, anlayış ve saygıyı sırasıyla birbirinin üzerine geçirilmiş tek bir matruşka olarak düşünebiliriz. Sevgisiz (sözde) saygı mesafeye, saygısız (sözde) sevgi antipatiye hizmet eder ve niteliğini kaybeder.
Sonlanan ilişkiler, “farklı insanlar olduğumuzu anladık” veya “birbirimize olan saygımızı kaybettik” gibi naif klişelerle ifadelerle edilir. Sevginin (nesne sevgisi) veya sevgilinin (sevgi nesnesi) kaybını kabullenmek zordur. İnsan özünde, dile getiremediklerinden menkuldür. Sanat, travmalar, kayıplar, yenilgiler ve elbette terapi kendimizle yüzleşmemizi sağlar. Kendimizi ne kadar sevebildiğimizi, ne kadar özgün ve özgür olduğumuzu, özetle kimin hayatını yaşadığımızı sorgulamamıza yarar.
Klinikte, kendisi olamayan, özgün arzularının peşinden gidemeyen, hayır diyemeyen hastalarla sık karşılaşırız. Hayır diyemeyenlerin bir kısmı sorunun ve maliyetinin farkındadır. Bir kısmı ise düşünselleştirme savunmalarıyla çatışmayı bir ahlak sorununa “iyi-vicdanlı biri” olmaya indirger. Öte yandan popüler psikoloji hayır diyebilmeyi bir erdemmişçesine parlatır. İthal psikoloji, Batı kültürünün sınırlarını dayatır adeta bize; hayır demek, mutlu olmanın yegâne formülüymüş gibi pazarlanır. Görünenin ardındakine odaklanan psikanaliz içinse semptom (bu durumda hayır diyememek) yaprak yaprak açılır ve anlamlanır. Basit bir örnek üzerinden gidelim.
Yoğun bir haftanın sonunda dostunuzla keyifli bir pazar kahvaltısı yapıyorsunuz. Uzun kışın ardından bahar çat kapı gelmiş, doğa canlanmış, deniz masmavi. İçinizde doğanın parçası olma arzusu. Arkadaşınız ise başka bir âlemde. Merakla beklediği bir film vizyona girmiş, coşkuyla sinemaya gitmeyi teklif ediyor. Sizin kapalı mekâna girmeye hiç niyetiniz yok, ayrıca film ilginizi de çekmiyor. Ne yaparsınız?
Kâğıt üzerinde çok seçenek yok: birlikte sizin istediğinizi veya onun istediğini yapmak ya da ayrı takılmak. Soruyu ne hissedersiniz diye sorduğumuzda ise kişisel ve ilişkisel tarihiniz/çatışmalarınız seçenekleri bulanıklaştırır.
Hayır diyememek en temelde narsisistik-mazohistik bir sorundur. Kendimizi ne kadar değerli; isteklerimizi gözetmeyi ve talep etmeyi ne kadar hak ettiğimizi hissetmekle ilgilidir. Değer duygusunu bir ülkenin ekonomisi gibi düşünelim. İçsel kaynaklar ülkeye yeterli değilse, dışa bağımlı bir ekonomi ve borçlanma kaçınılmaz olur. Dışa bağımlı ekonomi iç kaynakları geliştirmeyi engeller. Kendine yetememek çözümü imkânsız bir sarmal halini alır. Zayıf ve gelişmemiş olmak tümgüçlü (omnipotent) fantasmaları körükler. Toplumlar geçmişin şaşalı efsanelerine (örn. imparatorluk), bireyler çocuksu kahramanlık düşlemlerine regrese olur. Her mazohistin içinde bir şövalye yatar. Başkalarını üzmek, kırmak, reddetmektense kendileri cefa çekerler. Çilekeşlik, arınmanın (arzuyu, “sapkın olanı bastırmanın) en eski ve nafile yoludur; çok iyi, iyiyi öldürür.
Yeterince sevgi ve anlayışla büyütülmeyen, ebeveynlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya programlı çocukların içsel değer duygusu kadük kalır. Sevilmemek, vazgeçilmek Demokles’in kılıcı gibi sallanır zihinlerinde. Dışardan gelecek beğeniye, takdire duyarlı, bağımlı olurlar. Narsisistik spektrumun bir ucunda sevgiden vazgeçen kibir/sadizm, diğer ucunda en ufak sevgi kırıntısından vazgeçemeyen tevazu/mazohizm vardır. Kibirli dünyadan vazgeçer (muhteşem yalnızlık), mazohist kendinden vazgeçerek başkalarının lehine ilişkilenmelere gebe kalır. Ağaç yaşken eğilir, çözümlenmemiş narsisistik çatışmalar bir sonraki evreye havale edilir. Hayır diyememek daha yüzeyde sınır koymakla ilgilidir. Müdahil ebeveynlerle büyüyen, sınırları ihlal edilen çocuklar, sağlıklı sınır koyamaz, ihlale açık hale gelirler.
Her ilişkide alışveriş vardır, dostlukta çetelesi tutulmaz. Mesele sinemaya gidip gitmemek değil, seçimlerimizde özgür/özgün olup olmamamızdır. Değer sorunlarının yaşamın ve ilişkilerin çeşitliliğini baltalamasıdır. Hayır diyememek gibi müzmin muhalefet, memnuniyetsizlik de bir nevi çilekeşliktir ve yaşamın tılsımını soğurur. Bay Evet (Yes Man,2006) filminde Carl’ın (Jim Carey) her şeye evet demeye başladıktan sonra sıkıcı yaşamının nasıl da keyifli bir hale geldiğini, Hollywood’un pembe gözlüğünden izleriz. Film Nietzsche’nin yanlış okumalarını anımsatır.
Coşku ile melankoli, kibirle tevazu arasında salınan destansı yazınıyla Nietzsche yanlış anlaşılmaya en açık filozoftur. Kadercilik gibi algılanan kader sevgisi (amor fati) aslında trajik insanın “hayata evet” demesidir: “varlık çemberinin ardı arkası kesilmez, son bulmaz dönüşünü kavrayıp onu istemektir.” Yaşamdan yana olana dair coşkulu (dionizik), içinde “hayır”ı da barındıran bir evettir bu (4). Sürü insanı dayatılan hayatı, yaratıcı insan kendi hayatını yaşar.
1- http://www.nisanyansozluk.com
2- http://tdk.gov.tr
3- Meriç C, Jurnal, İletişim Yayınları, 1994
4- Kuçuradi İ, Nietzsche ve İnsan, Türkiye Felsefe Kurumu, 1997