jibaro ya da “toksik ilişki”
“Ya aşk ölür ya da aşıklar.”
“Love&Death&Robots” serisinin en sevilen filmi “Jibaro“ (2022) oldu ve animasyon kısa film kategorisinde Emmy ödülüyle başarısını taçlandırdı. Alegorik, çok katmanlı, yoğun ve imgesel anlatımıyla düşler, mitler, masallarla bize aynı alemden seslenen filmin bir rüya gibi yorumlanması gerektiğini düşünüyorum.
Rüya
Rüyalar imgelem yoluyla gerilemiş (regresif) bir düşünme biçimidir. Bilinçli düşüncelerimizi modern alfabeye benzetirsek, rüya düşünceleri şemalar ve imgelerden oluşan hiyeroglif gibidir. İç dünyamızdan ve geçmişimizden şifreli/sansürlü bilgiler getirir rüyalar. Rüyaların bir açık içeriği bir de gizli (bilinçdışı) içeriği vardır. Anlamın değil, harfin mantığına göre işleyen bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır (Lesourd,2018). Gizli içerik yer değiştirme (dil bilimdeki metafor) ve yoğunlaştırma (metonimi) mekanizmalarıyla açık içeriğin içinde saklanır.
Açık İçerik
Açık içerik imgelerin kurgulanıp anlamlı ve anlatılabilir bir hikâyeye dönüştürülmesidir (“ikincil düzeltme”). Filmde hikâyenin zamanı Rönesans, mekânı Güney Amerika’dır. Bir grup konkistador (İsp. “fatih”) göl kenarında mola verir. Bir tarafta muhteşem renkleriyle, güzelliğiyle, bakirliğiyle vahşi doğa vardır, öbür tarafta zırhları, silahları, ritüelleriyle uygarlık. Şövalyelerden birinin sağır olduğunu anlarız (rüyalarda da ses duymayız, adeta sessiz filmler gibidir rüyalar). Gölün dibindeki birkaç mücevher sağır şövalyenin iştahını kabartır. Derken gölden, bütün cazibesiyle ve zenginliğiyle bir su perisi çıkar. Ev sahibi, misafirlerden hoşlanmamıştır, öfkeli çığlıklar atmaya başlar. Çığlık çıldırtan, karşı konulmaz bir çekim gücüne sahiptir. Ava gidenler avlanır ve gölün dibini boylar. Sağır şövalye ise engeli nedeniyle çığlığın etkisinden muaftır.
Su perisi büyüsüne kapılmayan şövalyeye, şövalye ise onun vaat ettiklerine vurulur. Aralarında kaçmalı-kovalamacalı, tutkulu bir ilişki başlar. Kavuştuklarında (aslında kavuşamaz, kaynaşamazlar) önce birbirlerini incitirler, erkek kadının güzelliklerini, canlılığını söküp alır, onu bir posaya dönüştürür adeta. Bundan sonra, doğanın/kadının intikamını izleriz. Şövalye duymakla, çığlığa tabi olmakla ve ölümle cezalandırılır.
Filmin hikayesi üç mitle benzeşir. Siren, Yaradılış ve Narkissos. Sirenler, güzel sesleriyle gemicileri ağlarına düşürür, su perisi çığlığıyla. Yaradılış mitindeki yasak meyve mücevher, çığlık yasağa davet, cennetten kovulma, gölün (cehennemin) dibini boylamaya dönüşür.
Gizli İçerik
Açık içerik bizi geçmişe, doğanın uygarlık, kadının erkek tarafından sömürülmesine ve bir yanlış tanımaya, yani aşka götürür. Aşk birini tanımak için iyi bir yöntem değildir.
Rüya hem içerik hem de biçim açısından analiz edilir. Bilinçdışı (bildiğimizi bilmediğimiz) bilgi çoğu kez biçim içerisinde saklanır: bazen bir kelimenin fonetiğine, bazen rüyadaki bir mekânın bizi götürdüğü yere, zamana. “Bir düşün biçimi ya da görüldüğü biçim, şaşırtıcı bir sıklıkta onun gizli düşüncesini temsil etmek için kullanılır” (Freud,1900). Bana kalırsa Jibaro’da gizli içerik biçimde saklıdır.
Filmi biçim açısından ele aldığımızda öncelikle üç öğeyle/başrolle karşılaşırız:
1- Doğa: Bakir, uyumlu, güzel ve sakin.
2- İnsan: Doğa içinde, doğaya karşı örgütlenmiş, kuşanmış (kültür/uygarlık).
3- Su Perisi: Ne doğa ne insan hem doğa hem insan.
Olaylar, dramatik kırılmalar bu üç öğe arasında gerçekleşir. Sakin, kendiyle barışık ve uyumlu doğanın içine, düzenli, hiyerarşik, yasaya tabi insanlar gelir. Su perisinin çığlığıyla iki taraftaki düzen de bozulur. Uygar insanlar karşılıklı anlaşmalarını ve grubun ortak çıkarlarını çiğnerler. Bir kaos oluşur. Çığlığın ardından agresyon, ölüm, tutku, acı ve felaket gelir. Toplum ve yasa üçüncünün varlığıyla oluşur. İki kişi arasında her türlü delilik yaşanabilir ve filmde iki çığlık arasında, bu iki kişilik deliliğe şahit oluruz. Agresif ve cinsel dürtülerini yönetemeyen, birbirinin canına okuyan aşıklar.
Psikanalizde biri cinsel diğeri agresif olmak üzere iki ana dürtü kümemiz olduğu yaygın kabuldür. Ama biz biraz daha temelden başlayalım: Nedir dürtü? İçgüdüden farkı nedir?
İçgüdü hayvanlardaki türe özgü davranış kalıpları olarak tanımlanır. Dürtüler ise içgüdülerin ruhsal temsilcisidir ve insana özgüdür. Fiziksel yazgının ruhsal akıbetidir (Cournut,1990). Dürtülerimiz ancak türevleri yoluyla fark edebiliriz: eylem, fantasma, rüya, duygu (Kernberg,1994). Dürtüler içerden dürter, kontrol ve istem dışıdır, simgeleştirilemez ve kısa devrelere yol açar. Zihinle beden arasında, ikisini de doğuran bir örtüşmedir dürtü (Zupancic,2011). Dürtü bir enerji olarak soyutlaştırılır ve bu enerji en çok bedenin içi ile dışı arasındaki sınırlardan, erojen bölgelerden (ağız, anüs, cinsel organlar ve ten) çıkış arar.
Yaşamın başlangıcında kısmi dürtülerimiz vardır. Bunlar otoerotik doğadadır, birbirleriyle birleşmezler ve ortak bir hedefe yönelmezler. Bu nedenle çocuk cinselliği çok biçimli, sapkın, otoerotiktir ve kısmi dürtülerin tatminini içerir. Freud bu kısmi dürtülerin zamanla birleşip yukarıdaki dürtü kümelerine yol açtığını düşünmüştü. Ama görünen o ki bu birleşme görelidir veya ancak zayıf bir tutkaldan bahsedilebilir. Bir porno sitesini incelemek kısmi dürtülerin canlılığını ve çeşitliliğini görmeye yeter. Birçok cinsel fantasma kısmi dürtülerin ve çocuksu (sapkın) cinselliğin ürünüdür.
Dürtü meselesine bu kadar eğilmemin sebebi şu aslında: Bence filmdeki üç başrol, sırasıyla şu üç öğeyi temsil eder:
1-Doğa=Beden
2-Sağır Şövalye=Zihin
3-Su Perisi=Dürtü
Laplance (2002), çocukluktaki çok biçimli, sapkın, otoerotik ve kısmi dürtülerden oluşan cinselliği dürtü cinselliği, ergenlikteki hormon temelli, biyolojik ve programlanmış cinselliği ise içgüdü cinselliği olarak tanımlar Dürtü cinselliği, içgüdüsel olandan önce gelir ve içgüdüsel cinsellik sahneye çıktığında koltuğunu çoktan dürtüsel cinselliğe kaptırmıştır (Zupancic,2011). İnsan cinselliği karmaşık, natamam, çelişkili bir cinselliktir ve insan ruhunun bütün katmanlarına eşlik eder. Freud sanıldığının aksine her şeyi cinsellikle açıklamamıştır, insan cinselliğinin açıklanması gereken bir muamma olduğunu keşfetmiştir. İlk çığlık agresif dürtünün, tutkulu aşktaki ise (ısırma, yalama vb.) kısmi cinsel dürtülerin temsilidir. Verhaeghe (2003), dürtünün sessizlikte ya da en fazla haykırışlarda, anlamsız çığlıklarda doğduğunu söyler.
Bana kalırsa bu film, cinsel ve agresif dürtüleriyle ne yapacağını bilemeyen genç bir erkeğin, bu ergenin kadınlara dair fantasmasının (saf/melek kadın, fettan/cadı kadın) ve mutlak güçlü, yutan anneye dair arkaik bir korkunun rüyasıdır. Rönesans (yeniden doğuş, canlanma) hem tutkuların hem de korkuların canlandığı bir ergenliği temsil eder.
Lacan ünlü formülünde arzuyu talep eksi ihtiyaç olarak tanımlar. Hayvanlar içgüdüleriyle ihtiyaçlarını karşılarlar. İnsan ise ihtiyacını birinden talep eder ve bu arzuyu doğurur. Her arzunun odağı bir başkasıdır. “Kişinin arzusu diğer kişi için ve/veya diğer kişinin arzusudur”. İnsan arzusu ertelemeyi, romantik ilişkide bu arzuyu ötekine yönlendirebilmeyi, birini bütünüyle sevebilmeyi sağlar. Özneyi silen zevkten (jouissance) ancak arzu aracılığıyla vazgeçebilirim. Birini arzulamak, içinde yanılsamalar barındırsa da ötekini ve ona olan ihtiyacımı/mecburiyetimi kabul etmektir.
Oysa dürtü doğası itibariyle dolayımsız, sabırsız ve travmatiktir. Dürtü ötekine muhtaç değildir, ona çok tahammül edemez, dahası kısmi dürtüler -pornografide olduğu gibi- ötekini parçalara ayırır.
Simgesel düzlemde aşk, arzu, erotizm ve ben idealleri; imgesel düzlemde ise tutku, dürtü, pornografi ve ideal ben vardır. Gerçek boyutunda ise tasarımlanamayan “jouissance” ve ölüm. Film bizi Lacan’ın üç düzleminde, ruhsal gelişimimizde geriye doğru bir yolculuk yapma imkânı tanır. Vurucu etkisini buradan alır.
Rüya çalışması psikanalizde merkezi bir rol oynar, çünkü bilinçdışına giden “kral yolu”dur (Freud,1900). Her insan biraz deli ve biraz yaratıcıdır, en azından rüyasında. Psikanalitik rüya çalışmasında önce yaratıcının çağrışımları ve fikirleri alınır. Tüm yaratıların, rüya dahil, yaratıcısının maksadını aştığını unutmadan yönetmenin çağrışımına bakalım: Alberto Mielgo bu filmle günümüzdeki toksik ilişkileri anlatmak istediğini söyler.
Toksik
Toksik (zehirli, zararlı) kelimesi günlük dilimize gireli çok olmadı. Britney Spears’ın seslendirdiği “Toxic” şarkısı 2003 tarihli. Benim izleyebildiğim kadarıyla önce bazı bireyler için, sonra da inişli çıkışlı, yıpratıcı, tutkulu romantik ilişkiler için kullanılmaya başlandı. Toksik birey muhtemelen sınır düzlem, yani olabildiğince sağlıklıdan (nevrotik) daha ilkel düzlemdeki patolojileri yansıtıyordu. Toksik ilişki ise çiftin üyesinin/üyelerinin bu düzlemde olduğu ya da çifti bu düzleme gerileten ilişkileri kapsıyor olsa gerek.
Zehri de ya kendisi ya da fazla miktarı vücuda zararlı olan madde olarak tanımlayabiliriz. Sorun doğrudan yapısal (maddenin, bireyin yapısına) ya da ilişkisel (madde ile bedenin, iki kişinin ilişkisine). Çift agresyonu cinselliğin hizmetine sunarsa ilişki renklenir; romantik kıskançlık ilişkiyi canlandırırken patolojik kıskançlık ilişkinin canına okur.
İndirgeme riskini göze alıp ilişkileri zorluk derecesine göre sınıflandırırsak, iş ve arkadaşlık ilişkileri daha kolayken, aile ve aşk ilişkilerini yürütmek daha zordur. Son ikisini teorik olarak birbirinden ayırmak mümkün değildir zaten. Bir uygarlık mirası olarak aile kurumu, kaçak bir gecekonduya benzer, zemini de yapısı da çatışmalara, çelişkilere gebedir. Aile arzu ilişkilerinin yuvasıdır (Cournut,1990). Çocukken aile bireyleriyle yaşadığımız arzu dolu ilişkiler yetişkin aşkında da başrol oynar. Aşk ilişkilerinde bilinçdışı faktörler/seçimler ön plandadır, arzu ve beklenti daha yoğundur, çifte değerlilik (sevgi ve öfke) daha uçlarda yaşanır. Nefret başarısızlığa uğramış sevgidir (Kierkeegard). Aile ilişkilerinde ve romantik ilişkilerde tüm foyamız açığa çıkar. Anadolu’daki “El iyisi” deyimi bu ilişkilerle, diğerlerini yürütmek arasındaki farkı çok güzel anlatır.
Sınır düzlemde (ve ona çok benzeyen ergenlikte) tüm yakın ilişkiler toksik olabilir, çünkü bu düzlemde öfke, kıskançlık, kaygı, hüzün gibi bir ilişkinin olmazsa olmaz negatif duygularına yönelik sağlıklı baş etme mekanizmaları gelişmemiştir. Benlik gücü zayıftır, kişi dağılmaya ve dağıtmaya teşnedir. Bu düzlemde aşk ile tutku, hayranlık ile sevgi birbirine karıştırılır ve çift uçlara savrularak, eyleme vurmalarla aksiyon dolu bir ilişki yaşar. Cinsel olarak uyarılmış ama henüz bir ilişki yürütme kapasitesinde olmayanların ilişkisi toksik olur. Çünkü aslında ilişkileri değil uzlaşmaları yürütebiliriz (Phillips,1996). Bu düzlemde en meşhur “toksik” ilişki psikiyatrik sınıflandırmayla antisosyal erkek ile borderline kadın arasında yaşanır.
Peki, görece sağlıklı çiftlerin ilişkileri nasıl “toksik” hale gelebiliyor/gerileyebiliyor?
Erotik-romantik ilişki uygun psikopatolojilerin bir araya gelmesidir (Kernberg,Age). Bu düzlemde en sık karşılaştığım “toksik ilişki” narsisistik spektrumun kibirli-sadistik tarafındaki erkekle, çekinik-mazohistik tarafındaki kadın arasında yaşanıyor. Yani kendi değerini bilmeyen kadınla, kadir-kıymet bilemeyen erkek arasında. İki taraf da diğer ilişkilerinde çok büyük bir sorun yaşamazken birbirleriyle ilişkileri sadomazohistik bir örüntüde ilerliyor. Bu ilişkide kadınlar çok yıpranıyor ve terapistlerin karşına benlik saygısının oldukça azaldığı, arzularının söndüğü bir depresyonla başvuruyorlar. Romantik ilişkiler görece sağlıklı olduğunda bir ruhsal eğitim kurumu işlevi görürken, bu tür ilişkilerde bir işkenceye, cezaya dönüşür. Yaşamın başındaki çaresizliğimiz, acizliğimiz hepimizde (yaşadıklarımız ölçüsünde) sadistik ve mazohistik çekirdeklerin gelişmesine yol açar. Zor yaşam olayları, en sağlıklı olduğumuz düzeye regrese olmamıza neden olur. Çatlak derin, darbe güçlüyse hepimiz zalime ya da mağdura dönüşebiliriz. Ünlü Miligram deneyi bunu anlatmaz mı?
Bu fenomen bizi özne iktidar ilişkisine de götürür. Neden makul çoğunluk, bir grup bencil insanın tahakkümünü kabul eder? Lider sultası karşısında tabandan örgütlenmek neden bu kadar zordur? Hegemonik görüşler nasıl bu kadar kolay ve hızlı kabul görür? Toplumların ve doğanın canına okuyan kapitalizm neden yenilmez gibi görünmektedir? Kadınlar neden hala insanlığın zencisi konumundadır? Bu sorulara sadece psikanalizle cevap bulmak romantik bir çaba olurdu ama psikanalizin katkılarını hesaba katmadan çözüm bulmak pek mümkün görünmüyor.
Ruhsallığımızın, soyut-somut, geçmiş-güncel ilişkilerimizin bütünüdür bir bakıma. Ancak bazılarımız için romantik ilişki, diğerlerine pek yer bırakmayacak biçimde hayatın merkezine oturur. Simbiyotik ilişki arayışı en temelde anne ile bebeklikte yaşandığı varsayılan kaynaşmaya dönme arzusudur. Oysa, bebeklik bir cennet olmadığı gibi bebek de bir melek değildir. İnsan yavrusu hayata hazırlanmadan gelir, temel çaresizliği (Freud) ve bakım verene mutlak bağımlılığı nedeniyle travma kaçınılmazdır. Faşizm iki kişi arasında başlar (Bachmann) ve bu zeminin prototipi anne-bebek ilişkisidir. Nesne nefrette doğar (Freud). Sağlıklı narsisistik gelişim ile kendi kendimizin ideali olduğumuz tanrısal bir konumdan (ideal ben), başkalarının idealleri ve arzusuyla özdeşim yapabilen bir konuma (ben ideali) ulaşabiliriz. Narkissos bunu yapamaz.
Narkissos ve Çığlık
Filmde sağır şövalye suya eğildiğinde su perisinin yüzüyle karşılaşır ve tutkusu başlar. Oysa genç, yakışıklı delikanlı Narkissos sudaki aksine âşık olur. Orman perileri Ekho’ların aşkına yanıt veremez, kendine mahkûm olmakla cezalandırılır ve suyun dibini boylar. Bu karşılıksız aşktan geriye nergis ve Ekho’ların acılı yankısı kalır.
Çığlık bir gayri sestir (Dolar,2007), dürtü gibi çığlık da kontrol dışıdır ve birçok duygu ona eşlik edebilir. Yaşama da bir çığlıkla başlarız. Muhatabı oldukça her çığlık bir ricaya dönüşür (Lacan, 1966). Filmdeki ilk çığlık öfkeli, öldürücü bir tuzaktır. İkincisi ise aşkın, yaşamın bitişinin, tükenmenin acılı çığlığıdır ve kulaklarda yankılanır.