mazoşizm ve kurbanları

   psikanaliz psikiyatri

                                                                                         “Baba, baba, beni neden terk ettin!” / İsa’nın son sözü

Fransızca Arap tarzı anlamına gelen “arabesque” aynı zamanda sarmal, iç içe geçmiş figürlerin olduğu bir süsleme biçimidir. Arabesk şarkı sözleriyle, müziğiyle, icrasıyla acıyı kutsayıp, öfkeyi ve hüznü büyüten karamsar bir girdap gibidir. Öfkenin ve hüznün içinde kalmak can acıtıcı bir ihtiyacın göstergesidir. Marjinal biçimlerinde can acıtma, kendine zarar verme, eyleme de vurulur (jiletleme).

Nurdan Gürbilek’e göre arabeskin başarısı, organik bir sentez oluşturulamayacak farklı müzik türlerini (Arap müziği, Türk müziği, taverna, pop, marş) sentetik bir yüzeyde bir araya getirmesinden kaynaklanır (57). Arabesk, geleneğinden kopmuş ama şehir kültürüne de uyum sağlayamamış yığınların sesi, isyanı, kendine dönen silahı olur. Önce şehirlerarası otobüslerde dinlenir, sonra dolmuşlarda, kahvehanelerde, genelevlerde. Giderek şehrin kenarından merkezine sızar.

Etnomüzikolog Martin Stokes arabesk şarkılarda gurbet, yalnızlık, hüsran, hicran, özlem, gözyaşı, sarhoşluk, zulüm ve kader temalarının sık işlendiğine işaret eder (54). Arabesk şarkıların sözleri “kurban edebiyatı”nın popüler bir ürünüdür. Müzikal anlamda resmi ideolojide (sanat müziği) ne varsa arabeskte onu yıkmaya yönelik bir arzu vardır. Solistin tekniği bile ölçüden çok çığlığı, inlemeyi andırır. Fakat isyan ve öfkenin yöneldiği nesne (felek) muğlaktır, bu nedenle ulaşılmaz-değiştirilemez. Kadere isyan günah, maddi dünyaya isyan tehlikelidir. Her ne kadar “şehirli züppe” ile “halk çocuğu” arasında göstergeler üzerinden bir çatışmayı işlese de çözümleyici bir bakış açısından uzaktır. Cemil Meriç’in isyankâr tanımı (isyankâr, isyanının devamı için düzenin devamını ister, devrimci ise düzeni yıkmak ister) arabeskçinin tutumunu açıklar. Göç, sosyal adaletsizlik, çarpık kentleşme vb. gibi büyük sosyopolitik değişimlerin ürünü olan arabesk 1970’lerde doğar, 1980’lerde adını alır ve nihayet 1990’ların sonlarında vurucu etkisini yitirir. Ülkemize has bir fenomen olarak arabesk, moral mazoşizmin eşsiz örneklerinden biridir.

Psikanalizde mazoşizm iki anlamda kullanılır: cinsel bir sapkınlık ve bir ahlaki tutum. Adını Marquis de Sade’dan alan sadomazoşizm cinsel zevki teslim olma/ele geçirme döngüsünde acıyla harmanlayan sapkın fanteziler olarak nitelendirilebilir. Tıpkı cinsel fantezide (yatakta) olduğu gibi sadizmin olduğu her yerde mazoşizm de vardır. “Nesne” yoksa bile mazoşizm, kişinin kendine sadistik olmasıdır. Freud, cinsel sapkınlıktan ayırmak için bu durumu “moral mazoşizm” olarak tanımlamıştır.

Moral mazoşizm Freud’un kafasını oldukça karıştıran, kuramını tehdit eden bir kavramdı. Çünkü Freud, zihinsel aygıtı haz arayan, hoşnutsuzluktan kurtulmaya çalışan bir refleks arkı gibi tasarlanmıştı. Bu denklem, acıyı kutsayan, kendini ihmal eden ya da kendine zarar veren ilişkileri tekrarlayan hastalarla karşılaşınca yetersiz kaldı. Neden bazı insanlar acı duymaya bu kadar eğilimliydi, buna nasıl ve neden katlanıyorlardı? İlk açıklaması “yineleme zorlantısı” oldu. İnsanlar çocuklukta yaşadıkları travmatik durumu, bilinçdışı süreçlerin etkisiyle erişkinlikte tekrarlıyordu. Daha sonra insanın içinde yıkıcı bir yan olduğunu kabul edecekti.

Freud’un kuramı (Dürtü Psikolojisi), eleştirenler tarafından “tek kişilik psikoloji” olarak adlandırılır. N. Williams’a göre mazoşizm, Freud’un kuramını ilişkisel yönde değiştirmesi için bir fırsat doğurmuştu (58). Ancak Freud kuramının bütünlüğü için, bundan kaçındı, mazoşizmi açıklamak için yine dürtülere sarıldı. Teorik kırılmayı, yeni bir kavramla kaynaştırma yolunu seçti: ölüm içgüdüsü. İnsanda biri yaşamsal (Eros) diğeri saldırgan (Thanatos) iki temel dürtü vardı; mazoşizm ikincisinin, saldırgan (yıkıcı) dürtünün ürünüydü. Psikanalizin ilk yıllarından itibaren moral mazoşizm birçok kuramcının ilgisini çekti.

Reich(1933), mazoşisttik karakterin özelliklerini; acı çekme, şikâyetçi olma, kendine zarar verici veya kendini değersizleştirişi tutumlar benimseme ve diğer kişilere acılarıyla işkence etme olarak tanımlamıştır (60). Mazoşizmin en belirleyici yanı travmatik durumun (bilinçdışı) eyleme vurma ile yeniden yaratılmasıdır. Mazohist kendini üzecek, hırpalayacak ilişki ve durumları (senaryoları) farkında olmadan tekrar eder. Reik(1941) mazoşisttik eyleme vurmanın çeşitli biçimlerini özetlemiştir, arabeskle örnekleyelim: 1- kışkırtma/meydan okuma (“Yıkılmadım, ayaktayım”)  2- etkisizleştirme (“Gelen vurdu, giden vurdu”) 3- teşhircilik (“Yalnızım dostlarım”), 4- yön değiştirme (“Kaderimin oyunu”)…  Moral mazoşizm, “kendi aleyhine işleyen” bir kendilik olarak tanımlanabilir.

Psikanalitik kuramda önemli bir köşe taşı olan mazoşizm, ironik bir biçimde, betimleyici psikiyatrinin ihmal ettiği bir konudur. Bu nedenle bünyesel özellikler hakkında çok fazla bilgimiz yok. Ama şurası kesin ki; çocukluğunda ihmal ve suistimal edilenler, erişkinlikte bu travmayı tekrarlama eğiliminde olurlar. Mazoşisttik bireylerin çocuklukta yası tutulmamış kayıplar yaşadığı, (suçluluk uyandıran) eleştirel ve/veya depresif ebeveynleri olduğu, ebeveynleri ile rol değiştirdikleri, travmaya ve suistimale maruz kaldıkları saptanmıştır. Depresif çekirdek ile mazoşisttik çekirdek birbirine çok yakındır. Cinsiyetler arası fark dikkat çeker: genellikle erkekler saldırganla özdeşim yapıp sadistik tarafta yer alır, kadınlar da mazoşisttik. Erişkin cinsel fantezileri bu genellemeyi doğrular niteliktedir.

Psikanalizde “normal” ile “anormal” arasında niteliksel değil, niceliksel farkın olduğu kabul edilir. Yani moral mazoşizm ılımlı miktarda herkeste olabilir. Bazen “normal” düzeyde mazoşizm (annelik, doktorluk, din görevlileri, yardım gönüllüleri vs.) toplumun yararına kullanılabilir. Örneğin, Gandhi’nin moral mazoşizmi tüm dünya için faydalı olmuştur. Siyasi ve dini önderler, yaşamlarını soyut bir idealin peşinde, kendilerini (ve varsa ailelerini) ihmal ederek geçirirler.

Tüm teolojik tartışmaları bir kenara koyup salt hikâyeye odaklandığımızda İsa Peygamber, şüphesiz ki bir moral mazoşisttir. “Son Yemek”te ihanete uğrayacağını anlar, havarilerin uyarmasına rağmen kaçmaz, kadere boyun eğer. Ölümü, efsaneleşecek öyküsüyle, takipçilerinin kurtuluşu olacaktır. İşkence edilip, çarmıha gerilir. Acı içinde kıvranıp, son nefesini verirken, Tanrı’ya sitemle seslenir:

“Baba, baba, beni neden terk ettin!”

Acı (Pieta), inananları vasıtasıyla kuşaktan kuşağa aktarılır.