oyuna devam
Kitlesel ve kültürel bir olgu olarak oyununun doğasını açıkladığı kült eserinde J. Huzinga, “homo sapiens”in (düşünen insanın) aslında doğuştan “oyun oynayan insan” (“Homo Ludens”) olduğunu savunur (115) . Bütün memelilerde yavrular oynayarak büyürler. Oyun türe özgü motor, sosyal ve zihinsel becerileri geliştirir. Bazı evrimbilimciler primatlarda oyunu, arayış, öfke, panik, korku gibi temel duygu-kontrol sistemlerinden biri olarak görürler.
İnsan yavrusu yaşamın başından itibaren gözlerini kaçırarak, ağzındakini tükürerek, eliyle tutabildiği nesneyi fırlatıp, geri gelmesini bekleyerek oynmaya başlar. Psikomotor gelişime koşut oyunun süresi ve biçimi değişir. Başlangıçta ebeveynlerle oynanan ve çocuğunun lehine sonuçlanan oyunların yerini akranlarla oynana karmaşık ruhsal işlevlerin gelişmesini sağlayan oyunlar alır. Oyun oynamadan büyüyemeyiz, büyüdüğümüz sanılır.
Gelişimsel olarak, oyun oynama yoğunluğunun arttığı (okul öncesi) dönemdeki çocuğa, oyun çocuğu adı verilir. Oyun, psikanalitik düşünce içinde zengin çağrışımlara gebe bir kavramdır. Flört, cinsellik, yaratı, terapi oyun kavramından faydalanarak açıklanır. Aynı zamanda çocukların analizinde “oyun tekniği” olarak adlandırılan bir yöntem de bulunmaktadır.
Psikanalitik literatürde oyun kavramının ve oyun tekniği yönteminin yerleşmesinde M.Klein’ın önemli bir rolü olmuştur. Erişkinlerde serbest çağrışım adı verilen yöntemin çocuklardaki karşılığını oyundaki duygu ve davranışlar olarak betimler Klein. Dolayısıyla çocuğun oynamayı seçtiği oyun, oyundaki rolü, esnekliği, değişimi çocuğun iç dünyasına ait ifade edemediği bilgilere ulaşmamızı sağlar.
Winnicott, oyunun kendisinin bir terapi olduğunun unutulmaması gerektiğini belirtir (116). Oyun keyif veren, şaşırtan, olgunlaştıran bir deneyimdir. Oyun ben ile öteki, gerçek ile fantezi, dışarısı ile içerisi, yaratıcılıkla biat etme sınırlarında bir “geçiş alanı”dır. Çocuk, oyuna kendini teslim ederek (yoğunlaşarak) paradokslarla meşgul olur. Çocuğun oyundan sıkılması belki de bu paradoksların (o an için) tükenmesiyle ilgili olabilir.
Winnicott’a göre psikoterapi de oyun oynayan iki kişiyle ilgilidir. Psikoterapi, hastanın ve terapistin oyun alanların kesiştiği zaman-mekândır. Eğer hasta oyun oynamayacak durumdaysa, terapist onu oyun oynayabilecek duruma getirmelidir. Çünkü kendi zihinsel süreçlerini merak etmeyen, fantezilerini dile getiremeyen, esnek olamayan ve keyif alamayan kişinin psikoterapi sürecinden faydalanması zordur. Freud ruhsal sağlığı âşık olabilmek ve üretebilmek olarak özetlemiştir, Winnicott ise oyun oynayabilmek.
Oyunun faydaları ve oyuna nasıl başlanacağı literatürde sıkça tartışılmış konulardır. Peki, nasıl biter oyun? Ya da neden biter?
Yine Winnicott’tan faydalanmalıyız. Winnicott oynamak (play) ile oyunu (game) birbirinden ayırır. Gerçek anlamda oyun, oynamaktır. Oynayan çocuk bir nevi esrime halindedir, gerçek dünyaya gevşek bağlarla bağlıdır. Oynamak, oyuna, kuralları olan bir çerçeveye dönüştüğünde çocuk için sıkıcı bir hal alır. Çünkü oyunun açık amacı keyif almaktır, kurallar artarsa keyif azalır. Oysa erişkinler oyunu (oynamayı değil), zaman geçirmek için de kullanırlar. O halde esrimeye engel olan, oynamaya hizmet etmeyen her şey (mızmızlık, bel altı rekabet, katı kurallar, oyunu dışarıdan bozan bir ebeveyn figürü) oyunu bozar.
Çocuk için oyunu çekici kılanla erişkin için flörtü kılan aynıdır. Oynamak, ihtimallere gebe, çelişkileri bir arada barındıran, haz alma odaklı, akıp giden bir zaman dilimidir. Oyun da flört de kurumsallaştıkça cazibesini yitirir. Flört içimizdeki çocuğu açığa çıkarır.
“İçimizdeki çocuk” deyişi, erişkin zihinlerinde romantik ve nostaljik bir tutumla karşılanır. Onu öldürmemiz gerektiği bu duygularla verilen yaygın bir nasihattir. Çocukluğun en belirleyici özelliklerinden biri oyun oynamaktır. İçimizdeki çocuğu canlandırmanın en kestirme yollarından biridir oyun. Buna rağmen, küçükken onsuz yapamayıp, büyüdüğümüzde neredeyse hiç yapmadığımız ender şeylerdendir oynamak!