bağlanma
Özlemek, sev(il)diğini düşlemektir.
Hayatımızın başından ortalarına doğru ilerledikçe bakım ihtiyacımız azalır, sonuna doğru tekrar artar. Doğduğumuz andan yürüdüğümüz ana kadar geçen süre, bakıma en çok ihtiyacımızın olduğu, bakım veren (anne) ile sıkı temas kurduğumuz ve özel bir bağın şekillendiği hassas bir dönemdir. Zihnimizi açacak birkaç kavramla başlayalım.
Bonding (bağ kurma) ilişki kurma anlamına gelir. Daha doğrusu ilişki kurmanın başlangıç aşamasıdır. İmprinting (hafızaya işleme) içgüdüsel bileşenleri olan (erken) öğrenme olarak tanımlanabilir. Civcivin yumurtadan çıkar çıkmaz anneyi takip etmesi, insan yavrusunun anne yüzünü izlemesi, yavru ve yaralı balina “Colin”in, tekneleri annesi zannedip tekne gövdelerine “yanaşması” içgüdüsel öğrenmeye örnek olarak verilebilir. Attachment (bağlanma), psikolojik bir terim olarak, bebeğin annesi ile kuvvetli ve heyecanlı/duygusal olarak yatırım yapılan bir bağ kurması ve bu bağı sürdürme arzusu olarak tanımlanır.
İlginç ve nadir rastlanan bir durum, yaşamın hassas dönemindeki ilişkilerin önemini gözler önüne serer: erken dönemde doğada kaybolup hayvanlar tarafından büyütülen çocuklar! Bu çocukların daha “vahşi” oldukları, büyütüldüklerini hayvan gruplarının türe özgü hareketlerini taklit ettikleri, özellikle dille ilgili gelişimlerinin ciddi bir biçimde bozulduğu gözlenmiştir. Bu çocukların otistik belirtiler (içe kapanma, duygusal küntlük, tekrarlayan hareketler, sosyal iletişim kurmama vb.) gösterdiği saptanmıştır. İzlemde, çocukların kaybolma ve bulunma yaşıyla doğru orantılı olarak sosyal ve duygusal gelişimlerinin ya geriden geldiği, ya da düzelemediği gözlenmiştir. Yaşamın başında aileden ve toplumdan uzak durma “insani” özelliklerimizin gelişmesini engeller. Benzer şekilde, yaşamın erken dönemlerinde çeşitli sebeplerle uzun süre anneden mahrum kalma (annenin fiziksel ya da ruhsal yokluğu), pseudootistik (yalancı-geçici otistik) bir tabloya neden olabilir (28).
Bütün memeli yavrularında yaşa göre hazır olunandan fazla anneden ayrı kalma, yavruda önce bir paniğe sonra da depresif geri çekilmeye neden olur. İnsan yavrusunda annenin zor görevi, çocukla güven ve sevgi dolu bir bağ kurma, çocuğu yeterince yalnızlığa maruz bırakmadır. Yani anne hem bağlanmayı sağlamalı hem de çocuğun ayrımlaşmasına yardım etmelidir. Birbiriyle bağlantılı bu süreçten ilk 3 yaşta geçilir.
Psikanalizde bağlanma teorisi Bowlby ile birlikte anılır. Bowlby, yaptığı gözlemleriyle ilk bir yıl daha başat olmak üzere, ilk 2,5 yılın bağlanma kapasitesi açısından yaşamsal olduğunu ileri sürer (29). Bağlanma teorisinin zeminini “ayrılma (separation) anksiyetesi” kavramı oluşturur: İnsan yavrusu doğduğunda tamamıyla bakım verene muhtaçtır. Anne, uyku hali dışında, uzunca bir süre bebeğini yalnız bırakamaz. Fakat zamanla anne ile bebeğin ayrılma dönemleri hâsıl olur. Başlangıçta ayrılığa (yalnızlığa veya bir başkasının yanında durmaya) çok tahammül edemeyen bebek, zamanla buna katlanmayı ve hatta keyfini sürmeyi öğrenir. 0-1 yaş arası “temel güven” duygusunun inşa edildiği bir dönemdir. Temel güven duygusu sağlıklı gelişmiş olanların kendilerine, başkalarına ve “dünyaya” olumlu duygularla baktığı, güvenli bağlar kurduğu düşünülür. Oysa çocuk ilişkileri tekinsiz bir düzlemde yaşantılamışsa, dünya da ona tekinsiz gelebilir.
Gözlemlerinde Bowlby, çocukların ayrılığa verdiği tepkiyi üç temel aşamaya ayırır: 1- protesto (isyan), 2- kederlenme, 3- kayıtsız kalma. Çocuk anneden ayrılınca isyan eder. Bu annenin gelmesine yönelik isteğin dışavurumudur. Ayrılık uzarsa bebek isyandan vazgeçer ve kederlenir. Bu içe dönmenin, “nesne sevgisinin” kaybının yarattığı bir kederdir. Kavuşma daha fazla gecikirse çocuk, “sevgi nesnesinin” kaybını yaşayıp istencini kaybetmiş gibi kayıtsız kalabilir. Burada sözünü edilen ayrılıklar münferit değil, uzun süreli veya örüntü halini almış ayrılıklardır.
Bowlby ve çalışma arkadaşları bu gözlemlerin üzerine anne-çocuk ilişkisinin uzun süreli izlendiği çalışmalar yapıp bağlanma biçimlerini tanımlamışlardır. Çocukların değişen dönem ve uzunluktaki ayrılıklara verdikleri tepkiyi gözleyip temelde 3 tane bağlanma biçimi tanımlamışlardır: 1- güvenli bağlanma, 2- çekingen/sakınmalı bağlanma, 3- ikircimli-direngen bağlanma. Güvenli bağlanmada çocuk, gerek ayrılığa, gerek de annenin gelişine olağan ve sakin tepkiler verir. Çekingen-sakınmalı bağlanmada ilişki kurma ve ayrılmaya karşı kaygı ve koruma ihtiyacı artmıştır. İkircimli bağlanma sevgi ile öfke duygularının gelgitinde yaşanır.
Bağlanma, aslında ötekini (ya da içsel temsilcisini) zihnimizde nasıl taşıdığımızla ilgili bir meseledir. Bebeğin yaşamın başında yatıştırılmak, sevilmek, ilgilenilmek gibi esansiyel ihtiyaçlarında yaşananlar, içsel temsilcinin zihnimizdeki resmini oluşturur. Birini zihnimizde taşımak ya da sevdiklerimizin bizi zihninde taşıdığını varsaymak ancak sağlıklı bağlanma ile mümkün olur.
Özetle, yaşamın ilk yılında güvenli bağ kurmayı, sonraki iki yılında güvenle ayrımlaşıp bireyleşmeyi öğreniriz. Bu aşamalardaki aksaklıklar ilişkilerde değer, güven, süreklilik, yapışıklık sorunlarına gebedir. “Bağlanma sorunu” sokaktaki anlamından çok daha derin bir kavramdır psikanalizde.
Bugün günlük dilimize giren bir kavram oldu bağlanma. Birçok kişi kendini “bende bağlanma sorunu” var şeklinde tanımlayabiliyor. Kendini ve başkasını uzun süreli sevme, emek verme, tahammül etme, esneme ve değişebilme kapasitelerinin test edildiği uzun süreli ilişkileri “bağlanma” problemine indirgeyemeyiz. Erişkin aşkındaki ödipal çatışmalar da en az bağlanma sorunları kadar etkiler ilişkiyi. Şüphesiz ki yakın ilişkilerdeki çatışmalarımızın izi, ilk yakın ilişkimizin, yani anne ile olan deneyimimizin izini taşır.
Usta yönetmen Haneke, Aşk (Amour, 2012) filminde hayatının son düzlüğüne girmiş huzurlu bir çiftin hikâyesini anlatır. Evin ve eşinin sorumluğunu üzerine alan Anne felç geçirince bakım verme görevi kocası Georges’e düşer. Georges, bu görevde zorlanır. Çünkü bakım vermek babayiğidin harcı değildir, annelik içgüdüsel bir donanımdır.