dile gelmek

   psikanaliz

“Başlangıçta söz vardı.” /  Yuhanna

XV. yüzyılda Eski ve Yeni Ahit’i baz alarak insanlık tarihini hesaplamaya girişen Hıristiyan teologları, peygamber soy ağacını izleyerek insanlığın İsa’dan önce 4 bin yıllarında yaratıldığına karar verirler. Aksi görüş bildirenleri aforoz etmekle tehdit ederler (99). Bilimsel bilgi biriktikçe, teologların tahmininin ne kadar başarısız olduğu ortaya çıkar. Bugün “homo sapiens”in 150 bin yıllık bir geçmişi olduğu kabul edilir.

Düşünen insanı diğer hayvanlardan avantajlı kılan beynidir (zekâsıdır). Çünkü insan bedeni doğal bir silah barındırmaz. Evrimsel süreçte dikelmek (bipedalizm), ön ayakların kullanılmasına, avlanmak için aletlerin yapılmasına imkân tanır. Etoburluğun sinir sisteminin gelişimini hızlandırdığı düşünülmektedir. Eller hüner kazandıkça beyin gelişir, beynin gelişmesi de ince motor beceriyi geliştirir. Bir dikiş iğnesinden ipliği geçirmek ortalama bir insan için basit bir beceridir ve insanların en az 20 bin yıldır elbise diktiği bilinmektedir (100). Homo sapiens, doğayı dönüştürerek (yerleşik hayat, tarım, hayvanları ehlileştirme vb.) yeryüzünde çoğalır.

Dikelmekten sonraki sıçrama, karmaşık olayları anlatabilecek dilin gelişimidir. Başlangıçta avlanmak, korunmak ve eşgüdümlü çalışmak için kullanılan sesler, zamanla deneyimi kuşaktan kuşağa aktaran önemli bir kültürel organ (dil) haline gelir. İnsanla diğer hayvanlar arasında dil kullanımı açısından bir uçurum bulunmaktadır. Vervet maymunlarının, birbirlerini uyarmak için özelleşmiş 10 ses kullandıkları saptanmıştır. Bu sesler cümlelere dönüşmediği için buna dil demek de mümkün değildir. Hayvanlarda iletişimi araştırmanın güçlüğü nedeniyle yakın akrabalarımız şempanze ve bonobolardaki sesler henüz çalışılamamıştır. Deney şartlarında şempanzelerin yüzlerce sembolü ve kelimeyi anladığı ama insansı sesleri çıkartamayacağı tespit edilmiştir (101).  Bugün ortalama bir insan en az 1000 kelimelik bir dağarcığa sahiptir ve bu kelimeleri belirli bir kural dizini (gramer) içinde kullanabilir. İnsanların karmaşık sosyal ilişkileri ve gündelik yaşayışı ortak bir dili zorunlu kılar. Yeryüzünde 3500’e yakın dil olduğu bilinmektedir ama dünya nüfusunun büyük çoğunluğu 10 büyük dili konuşur. Evrimsel süreçte dünyadaki dillerin sayısı azalırken, dillerin kelime haznesi de artıyor görünmektedir. Tıpkı kişisel tarihimiz gibi…

Dünyaya muazzam bir dil ve iletişim potansiyeliyle gelen bebek, zamanla biyolojinin ve kültürün budamasına maruz kalır.  Bebek 3. ay civarında gülümseyene kadar kendini ağlayarak ifade eder. 6. ay civarında heceler, 9. ay civarında hece tekrarları, 1 yaş civarında hedefe yönelik kelimeler çıkarır. Çocuk 2 yaş civarı kısa cümleler kurmaya başlar. Dil gelişimi ilk altı yaşta çok hızlıdır, çocukların bu yaşa kadar dil öğrenme kapasiteleri çok yüksektir. Neden mi?

Beynimizi karmaşık bir elektrik ağına benzetirsek, doğduğumuzda sahip olduğumuz tellerin (sinir hücresi dallanmalarının) yarısı 6 yaşa kadar budanır. Tellerin kabloya dönüşmesi de (myelinizasyonu) bu yaşlarda tamamlanır. Yani beyin, genetik kodun ve çevremizdeki uyaranların belirleyici etkisiyle potansiyelini sınırlar. Sadece dil değil, birçok beceride ustalaşmak için ilk 6 yaş kritiktir.  Büyük virtüözler bu nedenle erken yaşlarda enstrümanla tanışanlar arasından çıkar. Erken yaşlarda farklı dillerle karşılaşanların dil öğrenme yetenekleri de artar. Öyle görülüyor ki bu sürede anadil(ler) öğrenilirken, sonrasında “yabancı” diller öğrenilir. Örneğin, özümsediğimiz anadilde küfür etmek utanç duygusunu körüklerken, sonradan öğrenilen dillerde utanmazca küfür edebiliriz. Herhangi bir nedenle yaşamın ilk yıllarında iletişimden ve konuşmadan mahrum kalan çocukların dil ve iletişim becerileri telafi edilemeyecek kadar geride kalır.

Beynimizde alın arka lobu ve şakak lobundaki iki özelleşmiş alan (Broca ve Wernicke) dil işlevlerinde başrol oynar. Bu bölgelerin izole lezyonlarında konuşma ve anlamayla ilgili sorunlar (afazi) ortaya çıkar. İlginçtir, kariyerine nöropatolog olarak başlayan Freud’un ilk makalelerinden biri “Afazi Üzerine” dir (1891). Dönemin ünlü nöroloğu Charcot’un hipnoz seanslarından etkilen Freud kariyerine ruh sağlığı alanında devam eder ve ilk hastasının “konuşarak tedavi” dediği psikanalizin kâşifi olur.

Psikanaliz, dil (konuşmak, dinlemek, susmak) üzerine kurulmuş bir tedavi biçimidir ve anadilde uygulanır. Anadil, anneden öğrenilir. Tıpkı biyoloji ve coğrafya gibi, anadilimiz de kaderimizdir. Dil, sözden oluşur ve aslında anne ile bebeğin anlaşması için söze ihtiyaç yoktur (konuşma yaşamsal değildir). Anne, içgüdüsel donanımları ve empati yeteneğiyle preverbal (söz öncesi) dönemden itibaren çocuğun ihtiyaçlarını karşılar. Bu (ikili) ilişki başlangıçta hayatidir ama ilerleyen yaşlarda aşılmazsa, çocuğu büyütmez. Çocuk sesler çıkarmaya başladıkça anne çocuğun seslerini dile iter. Annenin görevlerinden biri de, çocuğu babaya ve ortak dile yönlendirmektir. Baba’nın devreye girmesi (üçlü ilişki) çocuğa boyut ve vizyon kazandırır. Bu bağlamda aile (kültür) babanın varlığıyla somutlaşır.

Kuramında dilin başrol oynadığı Lacan, “çocuk dilin içine doğar” der (1977). Lacan’a göre psikanalizin temel araştırma alanı bilinçdışıdır ve “bilinçdışı dil gibi yapılanmıştır.” Kültürel bir göstergeler bütünü olan dil kendi içinde anlamlar ve ayrımlar taşır. Tıpkı bilinçdışı gibi dilin de aslında kendine özgü bir örgütlenmesi vardır. Dili “simgesel” bir sisteme çeviren, kelimelere anlam, yasa ve yasak koyan kültürdür. Masaya, masa dememiz, kültürün bir dayatmasıdır. Lacan’a göre çocuk, “imgesel”den (masa imgesinden) “simgesel”e (masa kelimesine) ödipal dönemde (yine 6 yaş civarında) geçer. Kültür kurallarıyla, çocuğun dilini fazla uzamadan keser (insanlaştırıcı kastrasyon).

Lacan’ın dil üzerinden anlattığı süreç, psikanalizin ana savıdır: ilk 6 yaş çocuğun ruhsallığının önemli ölçüde şekillendiği kritik bir dönemdir. Arzunun ve dilin sınırları, biyolojimizin de katkısıyla 6 yaş civarında çizilir. Zihnin ele avuca sığmaz düşlerini, duygularını, düşüncelerini kültür tarafından belirlenmiş kalıplara dökmeyi öğreniriz. Ayıplar, günahlar, yasaklar dilin içinde öğrenilir.

Dile gelmek, “konuşma kudreti olmayan varlığın dillenmesi” anlamına gelir ve masallarda, mesellerde cansız varlıkların birden konuşabilmesini tanımlar. Hem evrimsel hem de kişisel tarihimiz, başlangıçta konuşma kudretimizin olmadığını, bunun zamanla geliştiğini gösterir. Dile gelmek, uygarlığa uyum sağlamak, geniş anlamıyla insanlaşmaktır. Oysa zihnimizin ilkel kısmı olan id (kabaca hayvansı doğamız), kuralların ve gerçekliğin ötesinde (bilinçdışımızda) yaşamaya devam eder. Dile gelmeye de hiç niyeti yoktur.

Psikoterapi, bilinçdışı olanın, dillenmeyenin mümkün olduğunca dile getirilmesi olarak tanımlanabilir. Freud, serbest çağrışımın (kendini bırakarak konuşabilmenin) bilinçdışı içeriğe ulaşmayı kolaylaştırdığını fark ettikten sonra, hastalarını bu yönde teşvik ederek, tedavisinin önemli bir yöntemini oluşturur. Bu bağlamda bir tedavi olarak psikanalizin başarısı sözelleştirebilmeye, dile getirmeye bağlıdır. Terapi odasında hasta, az konuşan ve müdahale etmeyen terapistiyle, duygularıyla, anılarıyla baş başa kalır. Ve sözcükleriyle, yani dilinin imkânlarıyla…

Karmaşık zihinsel işlevlerimizin somut bir göstergesi olarak dil, el becerisi-beyin modeline benzer bir gelişim gösterir. Yani zihinsel işlevlerimiz geliştikçe dilimiz, dilimiz geliştikçe dimağımız genişler. Tersi de mümkündür:

Çek yazar V. Havel’in “Bildirim” adlı oyununda, uyuşuk bir memur dünyasının icat ettiği bir dil anlatılır: Pitidapça. Yeni uydurulmuş bu dil, gündelik konuşma dilinden farklıdır ve tamamıyla bürokrasinin işleyişinde kullanılır. Bir müddet sonra araç amaç haline gelir: statükocu ve sığ bir dil olan pitidapça, onu kullananları da kendisine dönüştürür. Dil, zihnin hem çerçevesi hem de aynasıdır. 20. yüzyılın en büyük filozofu kabul edilen ve felsefeyi “dilsel bir etkinlik” olarak tanımlayan Wittgenstein’ın özlü sözü buna işaret eder (102):

Dilimin sınırları, dünyamın sınırlarıdır.”