utanç: bir garip bumerang

   psikanaliz

                                                                       “Utanç; dünyayı bir tek utanç kurtarabilir.”/ Ingmar Bergman

Güney Afrikalı beyaz yazar J.M.Cootzee, “Utanç” adlı romanında genç kız öğrencisiyle ilişkiye girdiği anlaşılınca üniversiteden ayrılmak zorunda kalan Profesör Luire’nin hikâyesini anlatır (80). “İnsanların haksız yere çektikleri acılara şahit olanlar, şahit oldukları acının utancıyla yaşarlar” diyen Cootzee, bireysel bir utançtan yola çıkıp kitlesel bir utanç kaynağı olan ırkçılığı işler romanında. Utanç insan olmanın kaçınılmaz sonuçlarından biridir: arsız, hayâsız “insan” ol(un)maz. A. Eğrilmez’e göre utanç, (insanın) trajik varoluşunun kadim refakatçisidir (81).

Utancın kökeni çok derinlerdedir. Korku, öfke, üzüntü, haz, iğrenme, şaşkınlık gibi ilksel (primer) duygulardan biri olduğu kabul edilir. Yüzdeki duyguları (facial emotions) ayırt etmeye yönelik çalışmalarda farklı kültürde utancın kolayca tanınabildiği ve adlandırılabildiği görülmüştür. Beğenilme, sevilme, kabul görme gibi temel narsisistik ihtiyaçlarımız karşılanmadığında utanmaya başlarız. Başta annemiz, sonra ailemizle yaşanan “karşılaşma”larda bu olumsuz yaşantılarımız fazla olursa kırılgan ve utangaç oluruz.

Klasik kuramlar çocuğun ben bilincinin olduğu ve motor kontrolü edindiği dönemde utancın oluşmaya başladığını savunur. Bebek önce gözlerini ve ellerini kontrol etmeye, başını tutabilmeye, emekleyip-yürümeye, tükürebilmeye başlar. Tüm bunlar aile içinde çeşitli reaksiyonlara neden olur. 8 aylık bir bebeğin ellerinden tutulunca ayağa kalkıp, başını tutarak, kendisini coşkuyla karşılayan ebeveynlerine gülümsediğine, hatta bu coşkuyu yüzlerde tek tek aradığına şahit oluruz.  Utancın da kendine güvenin de tomurcukları ilk aylarda atılır. Ancak kritik dönem iki yaş civarında boşaltım organlarının kaslarını büzmeyi öğrendiğimizde başlar. Tuvalet eğitimini zorlaştıran, mahrem/mahrem olmayan, tutmak/bırakmak, özerklik/utanç çatışmalarıdır.

Utanç, sıklıkla suçluluk duygusuyla karıştırılır. Suçluluk, gelişimsel olarak üçüncünün (babanın), yani yasanın varlığının kabulüyle ortaya çıkar. Hayatta bazı kurallar ve yasaklar olduğunu anladığımızda (takribi 5-6 yaş) vicdanımız (süperego) gelişir. Suçluluk vicdanın, yasağı aşmaya/delmeye, yasağa karşı gelmeye verdiği bir tepki olarak özetlenebilir. Suç, aktif bir eylemdir, hata/yanlış yapılır. Oysa utanç edilgenliktir, eksik/yetersiz olma durumudur. Yetersizliğimizi başkası fark ettiğinde daha çok utanırız ama utanç duymak için başkasına ihtiyaç yoktur. Utanç narsisitik bir sorundur ve kökeni daha erken dönemlerdedir.

Klasik psikanalitik kurama göre, bebek başlangıçta kendini dünyanın merkezinde görür (Primer Narsisizm). Her şeyi yapmaya muktedirdir (omnipotens). Zamanla yetersizlikleriyle yüzleşir ve kendine biçtiği değerin bir kısmını ebeveyne aktarır. Bu aşamada bir sorun olursa ebeveyne yönlendirilen yatırım özneye geri döner (Sekonder Narsisizm); narsisistik patoloji geri dönen bu yatırımla ilgilidir.

İlk aşamadaki bebek, narsisistik yatırımın hepsini ebeveyne yönlendirmez, bir kısmını da “ben ideali”ne yatırır. Ben ideali, kabaca, “olmak istediğim ben” projesidir. Utanç, olmak istediğim ben’le olduğum ben’in arasındaki mesafeyle ilgilidir ve suçluluktan önce ortaya çıkar. Fakat vicdanımız geliştiğinde onun içine katılır ve vicdanla kaynaşır. Dolayısıyla bazen utanç ve suçluluk duygusu birlikte tetiklenir.

Smirgel’e göre ben ideali, ben ile öteki, haz ilkesi ile gerçeklik ilkesi arasında halka işlevi gören bir kavramdır (82). Uygar toplumda hazza ve başarıya ulaşmak için sabretmek ve emek vermek gerekir. Oysa çocuk arzu küpüdür, sabırsızdır, her şeyi hemen ister. Ben ideali “optimum” miktarda desteklenir yani optimum miktarda kösteklenirse, sağlıklı bir gelişimle gerçekçi bir umuda ve projeye dönüşür. Çocuk çalıştığında ve sabrettiğinde amaçlarına ulaşabileceğini anlar; zamanın kendisinden güçlü olduğunu (kuşaklar arası farkı) kabullenip büyüyebilir. Yetişkin yaşamda ben ideali âşık olmakla, yaratmakla, bir gruba ait olmakla, umudu önümüze (geleceğe) yansıtmakla ilgilidir. Patolojik durumlarda narsisistik sorunlara, hatta sapkınlığa neden olur. Narsistik patolojiler (en çok da sosyal fobi) utançla baş edememektir, sapkınlıksa utanmazlık!

Utançla ilgili önemli bir özellik, utancın tene yansımasıdır. Utandığımızda görünür yerlerimiz kızarır. “Yüzüm kızardı”, “yüzüne tükürsen yağmur yağıyor der” “yüzünün astarı yırtılmak”, “yüzüm yırtıldı”, “yüzsüzlük” gibi onlarca deyim utançla görünmek arasındaki bağlantıyı anlatır. Çok utandığımızda “yerin dibine girmek” isteriz. Çocuklar utandığında (devekuşu misali) elleriyle yüzlerini kapatır. Eksikliğimizi kimse görmesin isteriz. Çıplaklık, gizlediğimiz yerlerin açılması, bir anlamda bedenin ifşası olduğu için utandırır. Eksiğimizin görünürlüğü, eksikliğin önemini arttırır. Bu nedenle utanç, bahsedilmesi en güç duygulardan biridir. Kimi zaman öfkeye (kibirli narsisitiklerde), kimi zaman geri çekilmeye (sosyal fobiklerde) neden olur. “Kabahatini örtmek” ister insan, örtü kalkınca değersizleşir.

Utanç ilgili kültürel farklılıklar da ilginçtir. Hıristiyan Batı kültürü suçluluğu,  Doğu toplumları (özellikle uzak doğu) genellikte utancı körükleyecek biçimde çocuk yetiştirir. Ülkemizde sosyokültürel ve coğrafi değişimler olmakla birlikte ayıp ve yasak sık vurgulanır. “Utangaçlık”, “efendilik-hanımefendilik”, “usluluk” çoğu zaman onaylanır. Genel olarak ketlenen çocuktan bazen de dengesiz bir biçimde “pipisini” ya da “hünerini” göstermesi beklenir. Çocukların ar ile arsızlık arasındaki hassas dengeyi kurması zorlaşır.

Türkiye’de ilginç bir fenomen, siyaset utanç ilişkisidir. İlk bakışta, siyasetçilerin bu toplumun çocukları olduğuna inanmak güç gibidir. Oysa bence, kendine has dinamikleriyle Türkiye’de siyaset yapmak, utanma duygusunu evde bırakmayı öğrenmek demektir. Çapraşık siyasi hayatımızda yükselmek isteyen siyasetçi, bir meslek hastalığı gibi, vicdanını da nasırlaştırmak zorundadır, aksi durumda bu arena da top koşturamaz. Büyük liderler soyut “ben ideali”ni toplumun da faydalanabileceği hedeflere yönlendirebilmiş kişilerdir, somut kişisel çıkarlara değil…

Utanç duygusu, kendimize biçmek istediğimiz değerle ilgilidir. Olmak istediğimiz ben olamayınca utanırız. Buradaki değer mercii, başta anneyle olan ilişkimizde biçimlenen ben idealidir. Utanç zihnimizin içinde,  ben’den ben idealine atılan garip (tuhaf ve dokunaklı) bir bumerang gibidir. Adabıyla atılırsa geri döner, aradaki mesafeyi anlamamızı ve kabullenmemizi sağlar. Adabı öğrenilmemişse geri dönmez, hatta ar damarını da çatlatabilir