antipsikiyatri ya da deliliğe övgü

   psikiyatri

                           “Delilik yönlendirmezse hiçbir ölümlü bilgeliğe ulaşamaz. /”Erasmus, Deliliğe Övgü

Yüzyılların kısa tarihi

Kült eseri Deliliğin Tarihi’nde, ortaçağda akıl hastanelerinin icadından önce, kentlerdeki delilerin tecrit için gemilerle başka kentlere sürgün edildiklerini anlatır Focoult. Suyla arınmayı da temsil eden bu yolculuğu bir nevi “karşı-hac” olarak tanımlar. H. Bosch’un Deliler Gemisi bu temayı işleyen ilk tablolardan biridir. Bazı kentler akıl hastaları için bir depo haline gelir (150). Ortaçağın karanlığında cezalandırılan, işkenceye benzer yöntemlerle tedavi edilmeye çalışılan akıl hastalarına bilimsel ve çağdaş bir yaklaşımın öncülüğünü Pinel yapar (1795). Deliler zincirlerinden kurtulur.

Depo şehirlerden, tımarhanelere, depo hastanelerden psikiyatri servislerine, işkenceden tecrite, tedaviden rehabilitasyona akıl hastalarının öyküsü, hem bilimsel gelişmelerle hem de ekonomi-politikle birebir bağlantılıdır. Şeytani olan nöro-gelişimsel bir bozukluğa, çürük elma olarak nitelenen ucuz beden gücüne dönüşür. Köyün (feodal yaşamın) delisi, kentin (kapitalizmin) hastası olur.

XX. yüzyılda bedenle ruh, özel yaşamla iş yaşamı birbirinden keskin çizgilerle ayrılınca kendine ve doğaya yabancılaşan insan, ruhunda derin yarılmalar hissetmeye başlar. Kelime anlamı “zihin yarılması” olan şizofreni, çılgınca değişen ve zalimleşen dünyada entellektüllerin kendilerindeki yabancılaşmayı ve parçalanmayı anlatmakta kullandığı bir sembol, eğretileme haline gelir.

1960’larda İngiliz psikiyatrist Laing ve Cooper’in başını çektiği, Focoult’nun desteklediği antipsikiyatri bu yabancılaşmayı delilik üzerinden eleştiren düşünsel bir akımdır. Laing’e göre şizofreni, düzene politik bir başkaldırıdır. Şizofreniyi ortaya çıkaran aile ve toplumdur, düzen değişmeden şizofreni iyileşemez. Laing ilaçları kimyasal deli gömleklerine benzetir. Antipsikiyatristler, hastaların değil sistemin değişmesi gerektiğini savunur. Şizofreni hastalığı üzerinden politik bir hareket olarak ilgi çeken, psikiyatri disiplini içinde özeleştiriye ve değişime neden olan antipsikiyatri, 1970’lerde klinik ile bağını koparıp, romantik-devrimci bir hale bürünür. Cevapları silinip gitse de soruları baki kalır.

Şizofreni- Delilik

Bugünkü birikimle biliyoruz ki şizofreni spektrumu, yüksek olasılıkla nöro-gelişimsel bir bozukluk kümesi. Hemen hemen tüm dünyada %0.5-1.0 oranında görülüyor. Bozukluğun ortaya çıkmasında genetik faktörler %50-60 oranında rol oynuyor (151). Bunun dışında doğum öncesi olumsuz tüm faktörler (özellikle yoksulluk) ileride şizofreni gelişimi riskini arttırabiliyor.

Yapılan görüntüleme çalışmalarında yapısal bozukluğa kanıt olabilecek, beyin alın-arkası lobunda işlev azalması saptanmış, psikofizyolojik çalışmalar algı süzgecinde bozukluk olduğu yönünde kanıtlar göstermiştir. Beynin nörokimyasında saptanan bozukluk, şimdiki ilaç tedavisinin temelini oluşturur.

Şizofreninin trajik yönlerinden biri hastalığın stres faktörüyle sanki birden ortaya çıkıyor gibi görünmesidir. Oysa kuzey Avrupa ülkelerinde yapılan titiz, uzunlamasına izlem çalışmaları, ileride şizofreni tablosu geliştiren çocukların akranlarına göre içe kapanık, bazen tuhaf, kısmen başarısız ve sakar olduklarını saptamıştır. Yani şizofreni gelişiminde birincil etmenin beyin dokusunun genetik-yapısal bozukluğu olduğu su götürmez. Deliliğe yüklediğimiz romantik anlamları şizofrenide bulamayız.

Deliliği durmadan överiz, çünkü kendimizi kontrol etmekten yoruluruz. Bütünlüklü bir “ben”e sahip olduğumuz düşüncesi, ruhsallığımız oluşturan puzzle parçalarının (kafadaki tahtaların) eksilmesi/dağılmasına dair ilkel anksiyetemizi yatıştırır. Aslında, delirmeye korktuğumuz kadar uzak değilizdir. Panik atağın bulgularından biri çıldırma korkusudur. Öfkemiz hiddete döndüğünde kontrolümüzü kaybederiz. Sarhoş veya âşık olduğumuzda bambaşka biri olabiliriz. Her gece rüyamızda deli saçması şeyler görürüz.

Delilik, ayrıcalıklıdır. “Delidir ne yapsa yeridir”, “deliye her gün bayram” deyişlerinde olduğu gibi özel bir konumu var. Deliler gibi sevmek ister, çılgınlığa özeniriz. Deli, kırık, çatlak, manyak, kaçık, deli-dolu çoğu zaman olumlu anlamlarda kullanılır. “Atın iyisi doru, delikanlının iyisi deli olur” gibi bir sürü deyişte deliliğe övgü vardır. Aynı zamanda isyan, yasaya meydan okuma gibidir delilik, delikanlılık. “Adını deliye çıkartmak” dokunulmazlık zırhını kuşanmaktır. Delilik, kralın soytarısının ve sanatçının özgürlüğünü de paylaşır: gerçeği tüm çıplaklığıyla ve cesurca ifade edebilir; özgür ve içinden geldiği gibi yaşama hakkına sahiptir. Birçok sanat dalında delilik, yaratıcılık mertebesi olarak görülür. Delilik ile dâhilik ince bir çizgiyle ayrılır.

Psikiyatri-Antipsikiyatri

Beden-ruh ikiliği (dikotimi) neredeyse insanlık tarihinin başından bu yana süregelen bir ayrımdır. Bedensel (organik) olanın maddi-dünyevi, ruhsal (psişik) olanın manevi-ahrevi olduğu görüşü zihinlerimize kazınmıştır. Kadim kültürler ve dinler, ruhsal hastalığı bir cezalandırılma, kötüye bulaşma olarak nitelendirmiştir. Ruhsal hastalıkları halen manevi-iradi eksiklik, ettiğini çekme olarak görme eğilimindeyiz. Dolayısıyla tedavisi ile ilgili düşlemlerimiz de bu boyutta kalabiliyor. Anti-psikiyatri akımı, her ne kadar “deliliğin” nedeni olarak mistik nedenler göstermese de beden-ruh ikiliğini özünde barındırır.

Öte yandan tanımlayıcı ve kanıta dayalı psikiyatri görüngüsel (fenemonolojik) bir yaklaşımla yetinir. İstisnalar dışında (örn. Arieti),  anlam arayışından uzak, kuru bilimsel bilgiyi amaç edinir. Antipsikiyatri akımı, ruhsal tabloların altında yatan sosyo-politik nedenlere dikkat çekmesi ve anlam arayışıyla betimleyici psikiyatriye bir meydan okumadır. Lacan’a göre psikanalizin de böyle bir işlevi olmalıdır: Psikanalizin sadece klinikle (tedaviyle) sınırlı kalması, “burjuva rüyasının garantörü” olması riskini taşır; psikanaliz toplumsal, nesnel ve eleştirel bir boyut taşımalıdır (Psikanalizin Etiği). A. Zupancic’e göre psikanalizin keşfinin başlıca boyutlarından biri bedenle ruhun örtüşmesidir (152).

Psikanaliz

Biyolojik psikiyatri klinikteki belirtilerin heterojenitesini açıklayamaz. Etiyolojik nedenler ne olursa olsun psikotik (deli) olanın bir anlamı vardır. Bu anlamı psikanaliz olmadan anlayamayız. Peki psikanalitik açıdan psikoz (delilik) nasıl tanımlanır? Yüz yıllık birikim sadece spekülasyonlardan mı ibaret? Etiyoloji konusunda psikanaliz sınıfta mı kaldı?

Freud’un psikoza dair temel kuramı nevrozla ilişkilidir. Psikozu nevrozdan ayıran en önemli etmenin gerçeklik düzlemiyle ilişkide yattığını vurgular Freud: “Nevroz gerçekliği yadsımaz, onu sadece görmezden gelir, psikoz gerçekliği yadsır ve yerini doldurmaya çalışır.” Freud, psikozda dış dünyanın reddedildiğini ve dış dünyanın içsel temsilcilerinin de anlamını yitirdiğini belirtir. Sanki dış dünyanın verebileceği bir şey yok gibidir. Nesnelere yatırım yapılmaması sonucu birincil narsistik evreye regresyon olur. Nesnel gerçekliğe dönemeyen benlik, kişisel sanrısal gerçekliğe başvurmak zorunda kalır. Bu bir yama, bir onarım çabasıdır. Freud açısından hezeyan, büsbütün dağılma tehlikesi geçiren ruhun yeniden yapılanma çabasıdır. Hezeyanlara koşut seyreden halüsinasyonlarsa ilksel bir düşünce biçimi, daha doğrusu fantezi öncülüdür. Annenin memesinden yoksun kalan bebek, memeyi imajine eder.

Jung içe dönük ve dışa dönük iki kişilik tipi tanımlamış, şizofreninin içe dönük bireylerde görüldüğünü belirtmiş, şizofreni ile rüyalar arasındaki benzerliğe dikkat çekmiştir. M.Klein çocuğun gelişiminde paranoid konumdan bahsetmiştir. Kohut psikozun birincil kendilik bozuklukları içinde en ağırı olduğunu söylemiş, kendilikte ağır ve kronik bir parçalanmanın olduğunu, bu biyolojik eksikliklerin ve üzerine eklenen yetersiz aynalamadan dolayı şizofreni geliştiğini belirtmiştir.

Grotstein’a göre doğumsal bir hata nedeniyle şiforenide algı bariyeri bozulur. Uyaran bombardımanı altında kalan ego, bilinçdışı içeriği bastıramaz. Çocuk gelişimin ilk aşamalarına takılır ve bölme, inkâr, yansıtma gibi ilkel savunmaları kullanır. Yetersiz annenin koruyamadığı çocuk katastrofik yaşantılar yaşar ve şizofrenik bir kişilik geliştirir.

Lacan psikozda simgeleştirmenin gerçekleşmediğini, reddedilenin (dışta bırakılanın), simgeleşmeyenin ilk haliyle hezeyan olarak döndüğünü belirtir. Arieti şizofreniyi filogenetik, ontogenetik ve mikrogenetik tarihte bir gerileme olarak kavramsallaştırır. Arieti’nin önemli katkısı hastaları dinleyerek hezeyanların ardındaki şifreyi çözme konusundaki başarısıdır.

Freud ve sonrasında psikoza dair genel kanı, Sullivan’ı dışarıda bırakırsak, psikotik bireylerin ego eksikliğiyle-yani bünyesel-biyolojik bir eksikle dünyaya geldiği ve hatalı ebeveyn tavırları nedeniyle şizofreni geliştirdikleri yönünde olmuştur. Günümüzde şizofreni aileleriyle yapılan (ikiz çocuklar, evlat edinme) çalışmalar ve klinik gözlemler “yetersiz” bakımveren iddiasını çürütür. Etiyolojiye dair tıbbi-psikiyatrik kanıtların gürültücü baskınlığı, psikanalitik kuramları gölgede bırakır.

Yorumbilim olarak da adlandırılabilecek psikanaliz, psikotik öznenin acısına dokunmaya, tanılamak yerine anlamaya, ötelemek yerine kucaklamaya çalışır. Psikanalizin kökensel şizofreni açıklamaları kanıtlanamasa da halen düşünce bozukluğu ve algı bozukluklarını psikanalitik düşünce olmadan açıklayamayız. Psikotik olanın anlamına ulaşmak, onun psikotik özne olarak anlayabilmek için elimizde psikanalizden başka enstürman yoktur. Psikanaliz hastalığın değil, hastanın sözüne dönme umudunu korur. Bir şizofreni hastasının dediği gibi: “Sadece ilaçlar ya da yüzeyel destek insanın bir başka insan tarafından anlaşıldığı duygusunun yerini tutan şeyler değildir.” Psikanaliz de, antipsikiyatri de cevaplarıyla olmasa da sorularıyla deliliğe/normalliğe dair kapsamlı bir sorgulama imkanı sunar.

Guguk Kuşu (1975) filmi, 1962 yılında yazılan aynı adlı romanın uyarlamasıdır ve antipsikiyatri akımından etkilenmiştir. Kaçak bir mahkûmun deli rolü yaparak akıl hastanesine sığınmasını anlatır. “Deliliğin mutlak efendileri”nin (153) yönettiği klinik, eleştirel bir gözle anlatılır. Filme adını veren guguk kuşları, yumurtalarını hileyle başka kuşların yuvasına koyarlar. Üvey kardeşlerine göre kabuğunu daha erken kıran guguk kuşu yavrusu, diğer yumurtaları içgüdüsel olarak yuvadan atar. Birkaç hafta içinde üvey annesinin boyutunu aşan yavru bir asalak olarak yetişir. Üvey anne, bakımını aksatmaz.

Akıl hastalığı bu bağlamda ötekiliktir ve içimizdeki ötekiye/deliliğe nasıl yaklaştığımız, psikotik özneye (deliye) nasıl yaklaşacağımızla birebir bağlantılıdır. Deliliğin tarihi, deliliğe nasıl baktığımızın da tarihi değil midir?