kaybolma(ma) arzusu

   psikanaliz

Gizlenmek keyiftir, bulunmamak felaket.

Donald W. Winnicott

Hayatının bir döneminde hiç çekip gitmek, her şeyi geride bırakmak isteği duymayanımız var mıdır? Kimseye söylemeden, nereye gideceğini kestirmeden, telefonunu kapatıp uzaklaşmayı; tanımadığı insanlara hikayesini anlatmayı; yaşamından, hatta kendinden kaçmayı arzulamayanımız? Çocukken en çok korktuğumuz şeylerden birini, kaybolmayı, yetişkinlikte ne zaman ve neden isteriz? Bu yazının konusu bu; ama önce hepimizin aşina olduğu bir masalla başlayalım.

Ortaçağın kıtlık dönemlerinde çaresiz ebeveynler, çocuklarını ormana bırakırmış. Hansel ve Gretel masalının bu acı gerçeklikten ortaya çıktığı rivayet ediliyor. Masalın orijinalinde öz, yeni sürümünde ise üvey annenin isteği ile iki çocuk, babaları tarafından ormana bırakılır. Gerisini biliyorsunuz: çakıl taşları, ekmek kırıntıları, yamyam cadının elinden kurtulma… Çoğu masalda olduğu gibi çocuklar bir zorluğu aşarak olgunlaşırlarken, kötü/ilkel olan değil iyi/uygar olan kazanır. Oysa psikanaliz, insanın ilkel yanıyla ömür boyu savaştığını, doğamızı yendiğimiz düşüncesinin bir kandırmaca olduğunu savunur. İnsan seçilmiş tür değildir, gelişkin bir memelidir.

Memeli yavrusu kendisi veya annesi kaybolduğunda panik yaşar. Bu panik başka (üvey) bir anne tarafından evlat edinilme veya av olma riskini beraberinde getirdiği için bir müddet sonra yavruda depresif bir geri çekilme gözlenir. Öz annemizin bizi terk etme, dışarda bırakma ihtimaline katlanamayız. Bu nedenle masallardaki kötüler, cadılar, üvey anneler/akrabalar veya hayvanlardır. Aileden/sürüden ayrılanı kurt kapar. İnsan sosyal bir memelidir, tek başına yaşayamaz, yapamaz. Dolayısıyla dışarda bırakılma, terk edilme, kaybolma ilkel/yaşamsal korkularımızdan biridir. Zamanla nevrotik bir anksiyeteye dönüşür. Nasıl mı?

Uygarlık çocukların masum ve edilgen olduğuna dair bir masal uydurmuştur. Psikanalizin yıktığı tabulardan biri de budur: çocuğun içinde cinsel ve saldırgan dürtüler vardır. Hiç de masum değildir çocuk zihni (fantasmaları): nefret eder, arzular, ele geçirmek, yok etmek ister, kullanır. Arzularımız, korkularımızı doğurur. Birini kıskanıyorsam, onun da beni kıskandığını düşünmeye eğilimli olurum. İçimizdeki “kötü”yü dışarı yansıtmak çocuksu savunmalarımızdan biridir. Kötü dışardadır, evin içinde olamaz. Kaybolan, gece dışarıda dolaşan, yaramazlık yapan çocukları kapıp götüren cadılar ve öcüler vardır. Çocuk için dışarısı hem merak hem kaygı uyandırır. Masallar arzuları, korkularla uzlaştırır. Tıpkı fobiler gibi:

Bütün fobilerin altında gerçek korkularımız yatar. Atalarımız da kapalı-açık alanlardan, yükseklikten, derilerinin altındakinden, bazı hayvanlardan korkuyorlardı. Oysa uygar insan için fobi bir korkuyu değil anksiyeteyi (bilinçdışı çatışmayı) işaret eder. Örneğin bir bebeğin anneden ayrı kalmaya yönelik yaşamsal korkusu ile okula gitmeyi, uyumayı reddeden büyük bir çocuğun (ayrılık) anksiyetesi aynı şey değildir. Fobik uyaranı bir taşeron olarak kullanırız, çatışmayı fobi üzerinden hem açığa çıkarır, hem de gizleriz. Dışarda bırakılmak, terk edilmek, kaybolmak uygar insan için fobik bir uyaran olabilir. Öyleyse bilinçdışı bir çatışmayı gösterir.

Başlangıçtaki sorumuza geri döneceğiz: Hem ilkel bir korkuyu (kaybolma, terk edilme) hem de nevrotik bir anksiyeteyi (dışlanma, dışarıda kalma) tetikleyen bir durumu niçin arzularız? Ama önce kaybolmamak, bir topluluğun içinde var olmak nasıl bir şey onu anlamaya çalışalım.

İnsanın içinde hiçbir yöntemin ulaşamayacağı (mizacın ve erken dönem özdeşimlerin bileşkesi) bir “çekirdek” vardır. Ben bunu eski fizikteki atomun çekirdeğine benzetiyorum. Bu çekirdeğin etrafında, merkeze uzaklığı artan yörüngelerde elektronlar (arkadaşlarım, akrabalarım, ailem, sevgilim, sevmediklerim, mesleğim, ideallerim, hobilerim vb.) bulunur. Ruhsallığımızı (self, kendilik) oluşturan şey bu duygu yüklü ilişkiler, bağlardır. Elbette atomlar birbiriyle bağlanarak karmaşık bir molekülü, yani ilişki ağını oluşturur. Dünya güneş sisteminin, güneş sistemi galaksinin, galaksi de evrenin bir parçasıdır. Kendimi öteki olmadan tanımlayamam, ötekiler (ilişkiler) olmadan insan olamam.

Atom gibi ruhsal sistemimiz de statik değil, dinamiktir. Çoğu zaman kararsız bir denge (homeostazis) halindedir. İlişkilenmelerim katlanabileceğimin üzerinde negatif elektrikle yüklenirse atomum huzursuz/hoşnutsuz/dengesiz hale gelir. Bu bende bir çatışmaya, geçici veya kalıcı bir değişim arzusuna neden olur. Fakat bu hiç de kolay bir şey değildir. Birincisi farkında olmadığım korkularım ve arzularım buna izin vermez, ikincisi alışkanlıklarım beni bağlar. Bir yanım kaçıp gitmek ister, öbür yanım mıhlanıp kalır. Çatışma şiddetli, baş etme yöntemlerim yetersizse, çaresiz kalırım. İşte bu noktada kaybolmak-kaçmak geçici bir çözüm olarak belirir. Kaçmakta etkin olmak, uzaklaşmak; kaybolmakta edilginlik ve uyaransız kalma (okyanussal duygu, Freud) isteği başattır. Kaybolmak boşluğumla var olmak ve aynı zamanda yokluğumla çevreme mesaj vermektir. Bu nedenle kaybolma düşlemi, hep geri dönme düşlemine bağlanır. Döndüğümde, ben hiçbir şey yapmadan, işlerin yoluna gireceğini umarım (intiharda bu umut da yitirilmiştir maalesef). Özetle kaybolma isteği, sıkıştığım ilişki ağlarından kurtulmaya, geride kalanlara mesaj vermeye yönelik arzunun bir düşlem şeklinde bilince çıkmasıdır. Arzu/çatışma bilinçdışı kaldığında, özellikle travmatik geçmişi olanlarda, ilginç ve nadir bir ruhsal rahatsızlığa neden olur.

Disosiyatif füg, kişinin aniden iş yerinden, evinden yolculuk yaparak kaçması, geçmişini ve kimliğini unutması, kısmen veya tamamen yeni bir kimliğe bürünmesi olarak tanımlanır (F.Özpetek’in Karşı Pencere filminde böyle bir vaka vardır). Bu ilginç durum kısa sürebileceği gibi, yıllarca farklı kimliklere bürünüp yer değiştiren vakalardan da bahsedilir. İlginç bir diğer sendrom Batı Pasifik’te “Amok” olarak adlandırılan kısa süreli “delilik”/cinnet halidir. Bu sendromda kişi, aniden koşmaya ve kaçmaya başlar, sonunda da kendine veya bir başkasına zarar verir. Disosiasyon (çözülme) daha masum durumlarda da karşımıza çıkar. Yorgunken, uykuluyken ve bazı psikoaktif maddelerin tesirinde çözülmeler yaşayabiliriz. Çocukken hayran olduğumuz çoğu kahraman (Süpermen, Hi-men, Örümcek Adam, Batman) aniden ortadan kaybolur, kimlik değiştirir; sıradan biriyken, tüm sorunların üstesinden gelen doğaüstü yeteneklere kavuşur. Hemen hepimizin çocukken yaşadığı “normal” bir durum, ölmeye yönelik düşlemdir. Bu düşlem ölüm isteğini değil,  sevilmeye dair bir karmaşayı işaret eder.

Kaçmaya, kaybolmaya yönelik arzu oyunlarda da kendini gösterir. Örneğin saklambaçta oyun, kaybolmak ve istediğimizde aniden ortaya çıkmak üzerine kurulur. Gerilim, ebe (kural) tarafından yakalanmaktan; haz ondan kurtulmak, onu yenmekten doğar. Oyunları oynanabilir kılan şeylerden biri de önünde sonunda bitmesidir (bitmeyen oyun, oyun olmaktan çıkar). Yani tekrar “olağan” ilişki ağına ve kurallarına geri döneriz. Oyun, çocuklar için günlük hayatın sıkıntısından kaçmayı sağlayacak bir zaman-mekândır. Süresi, kuralları, ne zaman başlayıp biteceği çocuklar tarafından keyfekeder belirlenir. Yani oyun katı kurallardan, hırstan/kendini önemsemekten değil; esneklikten, esriklikten, hazzı önemsemekten beslenir. Winnicott’ın belirttiği gibi, oyunla oynamak aynı şey değildir. Çocuklar oyun kurmak, oyun icat etmek ve oynamak; erişkinler oyuna uymak, kurallara hapsolmak konusunda ustadır. Çocuk için oyun, yetişkin için yaşam çekilmez hale gelince “ben oynamıyorum” deyip kaçmak, oyunun dışında kalmak da bir işe yaramaz. İnsan kaçtığı yere varır…

“Kayboldum” diyen birinin ne kadar da karmaşık bir şey söylediğini hiç düşündünüz mü? Özneyle yüklemi, etkinlikle edilgenliği, bilinçle bilinçdışını, zamanla mekânı birbirine katar bu cümle. Kaybolduğunu söyleyen kişi ılık bir utançla “istemeden yaptım” demektedir aslında. Yani çoğumuz için kaybolmak, ilişkilerimize, yerimize yönelik bir sorumluluğu hatırlatır. Bilinç bizi gerçekliğe çeker, arzunun imkânsızlığı duyumsanır. Oysa oynamayı becerenler, oyunlar içinde kaybolabilirler. Gitmek mümkündür; kaybolmak ancak başımıza gelebilir.