ana yurdu / kordon dolanması
Bir ilk filmin/romanın çok iyi olması en başta yaratıcısına bir haksızlık gibi gelir bana. Eli yüksekten açmak, sonraki yaratımlar için eşiğin yükselmesi demek. Senem Tüzen’in “Ana Yurdu” (2011) için de bu değerlendirmeyi yapmak mümkün sanırım. Ataerkil düzenin en karmaşık ilişkilerinden biri olan anne-kız ilişkisini, dışsal ve içsel gerçekliği, geçmişi ve günceli; seyirciyi içine alan, açılıp-kapanan bir atmosferi ilmek ilmek örmüş yönetmen. Sinema sanatının tüm öğelerinin ahenkli bir bireşimini sunmakla kalmamış, insan zihninin katmanlarını derinlemesine kat eden evrensel bir hikâye de anlatmış.
Annelikten, anne-çocuk ilişkisinden bahsetmek psikanalizin, özellikle Freud sonrası psikanalizin neredeyse tamamından bahsetmek anlamına gelir. O yüzden bu filmi daha çok Winnicott’ın kuramı üzerinden okumaya çalışacağım.
Hikâye
Filmde, otuzların ortalarında taşra kökenli, şehirli bir kadının (Nesrin) hayatının zor (bir ayrılık sonrası) ve yoğun (bir yaratı arifesinde) bir döneminde kendi başına kalabilmek ve yazabilmek için çok sevdiğini anladığımız, belki de bir anne muadili olan anneannesinin köy evinde inzivaya çekilişini, hiç hesapta yokken annesinin (Halise) çıkıp gelişini ve ikisi (iki yaş dönümündeki kadın) arasındaki çatışmaların ayyuka çıkışını izleriz. Şehir ve taşra, kuşaklar arası çatışma, kadınsılık ve cinsiyetler arası eşitsizlik, inanç ve inançsızlık, normallik ve anormallik hikâye boyunca dramatik çatışmaya hizmet eden fay hatlarıdır.
Semptom
Psikanalitik anlamda semptom bilinçdışı çatışmaların uzlaşımının bir sonucudur, semptom çatışmayı hem de işaret eder hem de örter. Ötesi semptom ve düşlem nevrotik öznenin keyif alma biçimidir (Nasio,1994). Freud’un (1905) keşfettiği gibi sakarlıklar ve sürçmeler bilinçdışı çatışmanın sonucu olarak birer semptom işlevi görebilirler. Nesrin’in köye gelirken yaptığı kaza (sakarlık) anneyi çağıran ve genç kadını anneye/ana yurduna mahkûm eden bir semptom gibi çalışır. Araç ve tamiri, spekülasyon yaparsak, ilişkinin onarılmasının ya da onarılmamasının simgesi gibidir. Çocukluğun zaman mekanına hazırlıksız dönmek, onu tekrar sahnelemek (yinelemek), onarıma değil travmanın tekrarına neden olur.
Geçiş olgusu ve Yaratı
Filmin ana karakterinin yaratıcı bir düşlemi olarak okunabilecek roman da bir semptom gibi okunabilir. Nesrin hastasıyla aşk ilişkisi yaşayan, yasak aşkı için yuvasından vazgeçen, çocuğunu boğarak öldüren, özetle hâkim değer yargılarını, kutsalı yerle bir eden bir kadını/anneyi anlatan “light”(!) bir roman yazmaya çalışıyordur. Sanat, yaşamın çıplak gerçekliğine inat bir oyunun, hayalin peşinden gidebilmektir. Nesrin, belli ki oyun olmaktan çıkan, onu bunaltan hayatından yaratı/yüceltme yoluyla çıkıp, kendine bir oyun/geçiş alanı yaratmak istemektedir.
Winnicott’un özgün kavramı geçiş olgusu bebeğin (4.-8.aylar civarında) kendi psikolojik matrisini oluşturmasını sağlayan, anneden ayrılığa tepki olarak gelişen ve ayrılığın alıştırmalarının yapıldığı bir zaman-mekânı tanımlar. Gerçekle düşlemin, iç ile dışın, nesne ile öznenin arasındaki bu potansiyel alanda bebek ne kendisinin ne de başkasının olan bir nesneye (geçiş nesnesine) tutunur. Winnicott’a göre bu deneyim oyunun, esrimenin, kültürel yaratının temelidir.
Bebek, geçiş olgusundan önce “annenin dünyayı bebeğin ayağına getirmesi” nedeniyle tüm-güçlü bir yanılsama yaşamaktadır. Bu yanılsama, başlangıçta elzemdir. Aslında bir roman yazmak, kurgusal bir dünya ve karakterler yaratmak da bir nevi tüm-güçlü tanrı konumunda olma arzusunu barındırır. Ancak yazar, zihnin sonsuz çeşitlilikte ürünlerini kelimelere, imgesel olanı simgesel olana sığdırmak zorundadır. Her oyun gibi yazmanın da sınırları vardır.
Bununla birlikte yaratmak sancılı bir doğum sürecidir. Bilinçdışı çatışma yaratı sürecinin temel koşuluyken (“yazmasaydım delirecektim”) aynı zamanda dirençlerin de kaynağıdır ve yaratı sürecini ketler. Yaratı süreci doğası itibariyle yaratıcının kendiyle sert yüzleşmelerin mecrasıdır. Nesrin, anlaşılan bu çatışmalarla yeteri kadar yüzleşememiş, romanındaki bilinçdışı çatışmaları bilince çıkaramamış, çareyi şehirden ana yurduna kaçmakta bulmuştur. Oysa insan çoğu zaman kaçtığı yere varır. Ana yurdu, annenin de gelişiyle, kendiyle kalmanın mümkün olmadığı boğucu, klostrofobik bir atmosfere dönüşür.
Potansiyel Alan
“Potansiyel alan”, oyun ve geçiş olgusu kavramlarıyla birlikte ele alındığında Winnicott’ın kuramının merkezinde yer alır ve onun psikanalize en önemli katkısı olarak değerlendirilebilir (Ogden, 2022). Yaşamın başında annenin/bakım verenin sağladığı matris içinde bebeğin zihinsel gelişimi için potansiyeller oluşturan bu zaman-mekân oyunun/esrimenin, yaratıcılığın, sahiciliğin zeminini oluşturur. Buradaki can alıcı nokta, tıpkı “kendiyle olma kapasitesi”nde olduğu gibi ancak varlığıyla ve (“yeterince iyi”) annelik işlevleriyle bebeğe bu alanı yaratan ancak adeta kendi varlığını unutturan bir bakım verenin eşliğinde bu çekirdek yetilerin gelişebildiğidir. Annenin oluşturduğu matrisi Balint (1968) içimize soluduğumuz havaya benzetir: yaşamsal olan ama zaruriyetini, hatta çoğu zaman kendisini unuttuğumuz bir ihtiyaç. Akılda kalıcı olması adına şöyle bir benzetme kurulabilir: spor müsabakalarında da en iyi hakem hem kuralların hem de oyunun lehine varlığını unutturan hakemdir.
Winnicott için sağlıklı olmanın en önemli işaretleri canlı, sahici ve spontan/yaratıcı olabilmektir. İnsan yavrusu zaten dünyaya bir “olma” (being) kapasitesiyle gelir ve bakım verenin “birincil annelik tasası” ile (kucaklama, tutma, ele alma) “olmaya devam” eder (going on being). Aksi ihlal ve travmaya yol açar. Yeterince, sıradan bir annelik insan yavrusunun potansiyellerini gerçekleştirmesine zemin oluştururken tersi ruhun dallarını budar.
İhlal
Filmin ilk sahnesinden itibaren anneyi/annenin kuşağını temsil eden orta yaşlı kadınların anlayışsızlığı ve baskısıyla karşılaşırız. Annenin gelişiyle, ikili ilişkide anlayışsızlık, baskı, manipülasyon, duygu sömürüsü, kuşatma tırmanarak devam eder. Halise söylemde kızının ihtiyaçları için orada olduğunu ifade etse de Nesrin’i aynalayamaz. Winnicott’a göre sağlıklı bir ayna işlevi “baktığında görül(ebil)mektir”. Annenin bebeğe, bebeğin kendisini geri verme rolü kritiktir. Çocuk annenin yüzüne baktığında kendini göremediğinde, annenin afektini ve ihtiyaçlarını takip etmeye başlar. İkili ilişki annenin ihtiyaçları lehine işler ve Nesrin’i (ve orjinal arzusunu) tüketir. Bu dinamik sahici kendiliğe değil, sahte kendiliğe hizmet eder.
Halise annesinin yasını tutamamış, eşiyle mutsuz, iç dünyasında huzursuz, gittikçe softalaşan, mağdur pozisyonunda konumlanmış, dozu artan obsesif savunmalarla hayatı çileye çeviren (mazohistik-obsesif kişilik örgütlenmesi olan) orta yaşlı bir kadındır. Freud’un meşhur vecizinde anlattığı gibi mazohizmin olduğu her yerde sadizm de bulunur. Agresyonun/nefretin dışa vurum yollarından biri de -özellikle obsesiflerde- kuşatma, işgal etmedir (Kernberg,1994). Nesrin annesiyle olan ruhsal göbek kordonunu, geç kalmış/uzamış bir ergenliğin içinde kesmeye çalışırken, Halise kordona sıkıca tutunur, çeker, hatta kordonu Nesrin’in boynuna dolar, onu adeta boğar. Türlü müdahaleler ve ihlallerle Nesrin’in kendi duygu ve ihtiyaçlarıyla eşgüdüm halinde olması anlamında özerk (Gruen, 2020) ve kendi değer yargılarıyla/sınırlarıyla yaşaması anlamında özgür olmasını engeller. Elbette ki çocuğunu narsisistik bir uzantı gibi görmektedir ve kendisinden farklılaşmasına, başka bir kadın olmasına katlanamaz. Ayrılık, hazır olmayan için ampütasyona dönüşür.
Filmde, nefes aldığımız, bunaltıcı atmosferi dağıtan, anne ve kızı iki yetişkin kadın olarak yaklaştıran, oyunbaz bir sohbetin, kıkırdamaların eşlik ettiği sahne, Halise’nin oynamayı (play) kuralları olan bir oyuna (game) çevirmesiyle son bulur. Âşık olan, kavuşamayan, keşkeleri olan, hata yapabilen bir insan gider, yerine hemen otoriter-kaygılı bir anne-öğretmen gelir. Halise tam da haz ve keyiften bahsederken, keyfi sabote eder. Obsesifin haz (ya da cinselliğe) karşı temel duygusu suçluluktur.
Freud dini obsesif bir sisteme, obsesif nevrozu da bireysel bir dine benzetmiştir (Freud, 1909). Biçimsel algılanan, içselleştirilmemiş her öğreti, bireysel ruhsal ihtiyaçların oyuncağına dönüşebilir. İnanç sistemi/ölüm söz konusu olduğunda agresif dürtülerle, libidinal dürtülerin çatışması da keskinleşir. Bir tarafta suçluluk/günah, cehennem ateşi, kabir azabı, öbür tarafta sevgi, dayanışma ve huzur vardır. Halise için din agresif dürtülerin, bilinçdışı suçluluk duygularının, cezalandırma fantasmalarının mecrası haline gelmiştir. Çile kadim bir arınma yöntemidir.
Filmde hikâye ilerledikçe, kısmen ayrımlaşmış bir anne-kız ilişkisinden, daha ilkel ayrımlaşmamış bir üniteye regresyonu izleriz. Meşhur vecizinde Winnicott “bebek diye bir şey yoktur” der, anne-bebek ünitesinden bahsedebiliriz. Bu ünite, çocuğun psikolojik doğumuna kadar yaşamsaldır. “Kararınca” (Halifeoğlu, 2022) bir annelik, çocuğu hazır olduğu ayrılıklara, travmalara maruz bırakmaktır. Simbiyoz (kaynaşma) insan yavrusunun psikolojik doğumunu geciktirir ve psikopatolojiye yol açar. Winnicott bağımlılığın karşısına özgür ve özgün olmayı koyar. Nesrin, ayrımlaşma umudunu yitirir, boyun eğer, kendini hırpalamaya başlar. Agresyonu orijinal nesneye göstermek yerine bir bumerang gibi kendine döndürür. Regresyon (gerileme), sinmiş, sahte kendiliğe bürünme, klinik depresyonla da sınırlı kalmaz, daha ilkel süreçlere ilerler. Birincil fantasmalardan biri olan tüm-güçlü anne tarafından yutulma korkusuyla karşılaşırız. Bu düzlem benlikte dağılmanın, katlanılamayan gerçekliğe karşı sanrısal bir gerçekliğin oluşturulduğu psikotik düzlemdir.
Delilik
Winnicott’a göre yaşamın başında, bakım verenle ilgili yetersizlikler, ihlaller, yapısal faktörlerin varlığında ağır ruhsal bozukluklara yol açar. Klein’la birlikte, hepimizin psikotik bir çekirdeği olduğu, benliğin geçici dağılmalar yaşayabileceği, psikotik çökmelerden muaf olmadığımız yaygın bir kabuldür. Özellikle sınır (borderline) düzlemde. Filmin sonunda Nesrin’de geçici bir psikotik çökme ile karşılaşırız. Köyün delisi (muhtemelen zekâ geriliği olan) genç adamla, tuhaf, ilkel/hayvani bir oyuna oynar Nesrin. Bu tekinsiz oyun/sataşma/ayartma bir tecavüze dönüşür. Annesinin “çok günahmış” dediği şeye maruz kalmıştır Nesrin. Bir ayrımlaşma çatışması, ergenlerde sık görüldüğü gibi cereyan eder. Kendine/bedenine zarar vererek ebeveynini cezalandırır. Sadistik içsel nesnenin zulmünü eyleme vurma (acting out) ile dış dünyada somutlaştırır.