inkar

   psikanaliz

                                          “Dün dündür, bugün bugündür” / S. Demirel

Uçurtmayı Vurmasınlar (1989) filminde annesiyle birlikte hapis yatmak zorunda kalan beş yaşındaki Barış, altını ıslattığı için annesi tarafından azarlanınca donundaki Mickey Mouse resmini gösterir ve “Ben işemedim ki, Miki işedi”, diyerek kendini savunur. Dönemin terörize ortamında emniyet mensupları, örgüt evi baskınlarında ele geçirdikleri kurşunları masalara “T.C” yazacak şekilde dizip, devlet kanalına servis etmekle meşguldür. İşeyen Mickey olmadığı gibi, kurşunların hedefi de devletin bekası değildir. Çocukların inkârı her halükarda komiktir, erişkinlerinki ise en iyi ihtimalle trajikomik.

Yaptığını, söylediğini, gördüğünü saklama, gizleme anlamında inkâr (yadsıma), ahlaki olarak dürüstlük, iyi niyet ve cesaret gibi erdemlerle ilgilidir. Psikolojik olarak ise ilkel bir savunma düzeneğinin adıdır. Bugüne kadar onlarcası tanımlanan savunma düzenekleri, egonun (ben’in) anksiyeteyi yatıştırmak için kullandığı bilinçdışı enstrümanlardır. Biçare çocuk zihni daha ilkel savunmaları kullanırken, “sağlıklı” yetişkinler anlaşılması güç, örtük (üst düzey) savunmalara başvururlar. Daha iyisini bulanan kadar en iyisi kullanılan savunmadır. Psikanalitik anlamada çocuk, erişkininin atasıdır ve erken dönemdeki savunmalar, darda kaldığımızda kullanılmak üzere çocukluğumuzdan miras kalır. Örnekler üzerinden gidelim:

Yakınını kaybettiğine inanamayan, sevgili ile ayrılığı kabullenmeyen, onlarca estetik operasyonla yaşlılığı ertelemeye çalışan, tuttuğu takımın her yenilgisinden sonra hakemi suçlayan, sigara dumanını içine çekmeyen, deprem için önlem almayan, hiç kıskanmayan, kötü giden evliliğinde doğum kontrol yöntemi uygulamayan herkes bir miktar inkârı kullanıyordur. Depresyonda olanlar diğer duyguları, manik ya da hipomanik kişiler depresyonu inkâr ederler. Polyanna, sonuncusuna örnektir. Hüsn-i ta’lil, edebiyattaki inkâr biçimlerinden biridir.

Acı veren ya da anksiyete uyandıran yaşam olaylarını kabullenmek zordur. Bu olaylar yetişemeyeceğimiz hızda gelişirse sindirmek daha zor olur. İnkâr, akut durumlarda, ruhsal bütünlüğü koruyan bir kalkan işlev görür. Fakat sık başvurulan bir düzenek olursa, kişiye ve çevresine zarar vermeye başlar. Ötesi, bir ruhsal olgunlaşmamışlığı gösterir. Çünkü inkâr, ister istemez diğer ilkel düzey savunmalarla kullanılır. Filmdeki çocuk, suçu “Miki” ye atar (yansıtma), kendisi işemeyen iyi çocuktur, kötü olan “Miki”dir (bölme). Hapishanede annesine kesilen cezayı paylaşan çocuğun her türlü savunmayı tepe tepe kullanmaya hakkı vardır elbette. Büyümek, normalde, çocuksu ihtiyaçlarımızdan ve haklarımızdan, başka ihtiyaç ve haklar için vazgeçme sürecidir bir anlamda. Çocuksu savunmalardan da…

Psikanalizde insanın gelişimine kesintisiz bir süreç olarak bakılır. Erişkin ergenin, ergen çocuğun, rüya gerçeğin devamıdır. Sıçramalar ve kesintiler şüpheyle karşılanır ve bu kırılmalarda bir travma veya hinlik (savunma, direnç) aranır. Süreklilik, sağlıklı bir olgunlaşma (maturasyon) için şarttır. Mistik ve romantik olana çok yer yoktur, hedef gerçekliktir. Benlik gücü zayıfsa veya travma ağırsa zihin gerçeklikten kaçabilir. Kabullenilmeyen, derine bastırılmak istenen plastik bir top gibi su yüzüne çıkmak ister. Onu derinde (bilinçdışında) tutmak için kullanılan enerjinin tedavi sonrası serbestleşeceği ve kişinin otantik ihtiyaçları için kullanılacağı varsayılır. Yani tedavinin hedeflerinden biri de, varsa çocuksu savunmaların çözümlenmesi ve bağlanan enerjinin serbestleşmesidir.

Psikanalizin gelişim süreci de inkârla (ve bastırmayla) mücadeleyle başlamıştı. Bilinçdışının tutum ve davranışlarımızda inkâr edilen rolü, Freud ve yakın arkadaşlarının çabasıyla aşılabilmişti. Viktoryen ahlak, katı süperegolar üretiyor, Freud cinselliğini bastırmış hastalarla çalışıyordu. Üzerinde ısrarla durduğu çocuksu cinsellik (ödipal çatışma), çocuklara atfedilen masumiyetle örtüşmüyor, Freud’un cinsellikle kafayı bozduğu düşünülüyordu. Yaşadığı dönemde, “Aşk ve Cinsellik Profesörü” gibi ironik bir lakap takılan Freud’un, çığır açıcı bir kuramın yaratıcısı olacağı tahmin edilemezdi.

Psikanalizi bir hareket ve kendini o hareketin lideri olarak gören Freud da inkârdan muaf değildi. Kapalı bir sistem olarak nitelendirilen tutarlı kuramının bütünlüğünü bozacak fikirlerini zihninden, buna yeltenen yol arkadaşlarını kurumdan aforoz etme konusunda acımasızdı. Tüm büyük liderler gibi kararlıydı ve hedefe uluşma konusunda hırslıydı. Psikanaliz kurumsallaşırken dünya halkları ilk büyük savaşına hazırlanıyordu…

Fransız ihtilali, feodalizmden kapitalizme geçişin sembolü olarak kabul edilir. Gelişen endüstriyle imparatorluklar dağılır, ulus devletler ortaya çıkmaya başlar. Milliyetçilik, ulus devletlerin inşasındaki temel ideoloji haline gelir, topluluklara etnik kimlik üzerinden bir aidiyet bağı dayatılır. Coğrafi kaderin seçilemez getirileri yapay ayrımlara ve kıyımlara neden olur.  Ötekinin ve ötekilerin inkârını içeren sloganlar üretilmeye başlanır. “Tek halk”, “Tek millet”, “Birlik”, “Kuvvet”, “Ulus”, “Din”, “Vatan”, “Özgürlük” gibi kutsal temalar kullanılırken, bir yandan da ayrım vurgulanır: “Dünyayı yönetmek Avusturya’nın kaderi”, “Sonsuza dek İrlanda”, “Kazakistan, sadece ileri!”, “Her şey Norveç için!”…

Dağılan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı genç Türkiye Cumhuriyeti’nin akıbeti ve ürettiği sloganlar da emsallerine benzer. “Bir Türk dünyaya bedeldir”, “Türk Milleti, zekidir, çalışkandır” gibi gerçeklikten çok temenni amacı güden sloganlarda inkâr, tıpkı bireysel psikolojide olduğu gibi, homojen ve kararlı bir yapıyı sürdürmek amacıyla kullanılır.

Kapitalizmin, radikalleştiğinde felakete (II. Dünya savaşına) neden olan milliyetçilikle işi bittiğinde, gelişmiş (emperyal) ülkeler etnik kimliği bir kenara bırakıp vatandaşlık ve ortaklık bilinci üzerinden bağlar kurdular. İnkârlarıyla yüzleşip sembolik de olsa özür dilediler. Örneğin Almanya, Yahudilerden, Çingenelerden ve eşcinsellerden, Hitler döneminde yapılan soykırımlar için özür diledi ve bu özürleri anıtlaştırabildi. Oysa geri bırakılmış ülkemizde etnik, dini ve cinsel kimlik çatışmaları halen sürüyor. Azınlıklar, ötekiler, ötekilerin bizliği, 90’lardaki kadar olmasa da halen inkâr ediliyor.

Türkiye Cumhuriyeti, kısa sayılamayacak acılarla dolu tarihindeki her hangi bir travmayla tam anlamıyla yüzleşmiş, helalleşmiş değil. Demirel’in “Dün dündür, bugün bugündür” özlü sözü ile kristalleşen bu anlayış, utanç veya suçluluğa karşı bir savunma, yani inkârla ilgilidir. Kuruluşunun üzerinden neredeyse bir asır geçmiş bir devletin hala inkâr, yansıtma ve bölmeyi refleks olarak kullanması, kazık kadar olan Barış’ın Miki’yi suçlamasına benzer. Otuzuna basan Barış’ın inkârı, hem vicdani bir defoyu hem de camsı bir kırılganlığı işaret eder. İnkâr, utancı ve suçluluğu kabullenmekten çok daha kolaydır. Nasıl mı? Beni gülümseten bir örnekle bitirelim:

Sevgili yeğenim, henüz 4 yaşındaydı. Gündüz annesiyle birlikte, belirli bir sayıda jeton almak şartıyla, AVM’deki oyun alanına gitmek konusunda “anlaşmışlardı”. Tabi ki evdeki hesap çarşıya uymamış, yeğenim daha fazla oynamak istemiş, annesi izin vermeyince ufak bir kriz yaşamışlardı. Akşam o odasında oyuncaklarıyla oynarken, onun duymasını ister biçimde ve şikâyet tonunda olayı bize anlattı annesi. Olanı biteni onun zihninden anlamak ve ortamı yumuşatmak amacıyla araya biraz zaman koyup yanına gittim. Önce oyununa ortak olmak istedim ama her zamankinden daha uzak duruyordu. Ben de konuya yavaşça girmek için gündüz ne yaptığını sordum, “Hiiiç”, diye cevapladı. Bunun üzerine acemice ikinci hamlemi yaptım: “Ben annenle oyun alanına gideceksiniz zannediyordum, gitmediniz mi oyuncaklara”, diye sordum. Hiç düşünmeden, kafasını iki yana sallayarak yanıt verdi: “I-ıh, gitmedik.” Konuşmaya da gerçekliğe de son noktayı koymuş, inkârını ikrardan başka çare kalmamıştı.