kararsızlık ya da homeostaz

   psikanaliz

Karar verdim, kararsız biriyim.

Papatya falını çekici kılan, çiçeğin yapraklarının hem belirsiz hem de sınırlı sayıda olmasıdır. Son yaprak; sevilip sevilmediğimize dair kararsızlığa geçici olarak son verir. Kararsızlık “düzensizlik, istikrarsızlık” durumu olarak tanımlanır. Kültürel olarak kararsızlık; iradesizlik, kafa karışıklığı, güçsüzlük biçiminde algılanır. Çünkü birçok durumda kararsız olmak yorucu ve yıpratıcıdır, ünlü bir deyişte olduğu gibi: “En kötü karar, kararsızlıktan iyidir!”

Bizi diğer canlılardan ayıran gelişkin sinir sitemimizin başkenti (merkezi), beyindir. Beynin ana işlevi bedenimizden gelen duyumlarla dış dünyadan gelenleri, algılamak, birleştirmek, idrak etmek ve motor harekete (davranışa) yöneltmektir. Basit bir örnekle açıklayalım: Şimdi masa başında bilgisayarda yazı yazarken, klavyeye hâkim olmak için bileklerimi tuttuğum biçim, bir müddet sonra ağrıya neden olabilir. Duyu reseptörleriyle bu ağrı, merkezi sinir sistemine iletilir, beyin bu girdileri birleştirir-yorumlar, ben yazı yazmaya son vermeyi düşünüp bunu eyleme geçirebilirim ya da ağrıya (hoşnutsuzluğa) rağmen yazmaya devam edebilirim. Üçüncü seçenek bu ikisi arasında kalmak, yani kararsızlıktır.

Kararsızlığa neden olan, seçeneklere yaptığımız duygusal yatırımdır. Beklemediğimiz bir anda sıcak bir cisim ayağımıza değerse, refleks olarak ayağımızı çekeriz. Oysa bir gösteri için acıya rağmen kor kömürün üzerinde yürüyebiliriz. Yanan kömürlerin önünde yaşanan kararsızlık acı duymakla başarılı olmak (haz) arasındaki çelişkiyi gösterir. İnsanın karmaşık zihinsel örgütlenmesine has bir durumdur kararsızlık ve kökeni erken çocukluktadır.

Klasik psikanalitik kurama göre kararsızlık (ambivalans) anal dönemde (takribi 1.5-3yaş) ortaya çıkar. Birçok motor beceri kazanan çocuk boşaltım organlarının ucundaki kasları da kontrol etmeye başlar. Tutmakla bırakmak arasındaki seçim ilk kararsızlığımızdır. Bu dönemde bir yanda özerklik öte yanda kuşku vardır. Erişkin terapilerinde anal dönem özelliklerine sahip olan takıntılı (obsesif) kişilerde kuşku ve kararsızlık sık görülür. Her zaman daha iyisi olduğunu düşünen narsisistiğin kararsızlığı, kusursuzluk fantezisinin sonucudur.

Bilinçdışı fanteziyi temel bir zihinsel işlev olarak ele alan M. Klein, karasızlıkla (ikircimle) yaşamın hemen başında karşılaştığımızı savunur. M. Klein’ a göre hem saldırgan (yıkıcı) hem de libidinal (yapıcı) dürtülerle doğarız. Başlangıçta bebek bütünleşmemiş, kopuk deneyimler yaşar. İçerisi ile dışarısı, ben ile öteki birbirinden ayırt edilemez.  Saldırganlık ve kaygı dış dünyaya (önce memeye) yansıtılır. Süt (sıcaklık ve sevgi) veren meme “iyi”, vermeyen meme “kötü” dür (bölme=splitting). Bu bebekte ikircim (ambivalans) yaratır; bebek (zihni), bu dürtü ve duyguları kendine mal edecek bütünlükte ve henüz bu ikircime katlanacak olgunlukta değildir. Dolayısıyla bunlardan dış dünyayı (anneyi, memeyi) sorumlu tutar. Kaygının ve düşmanlığın kolayca ortaya çıktığı bu döneme M.Klein “paranoid-şizoid” konum adını verir. Zamanla (ilk yılın sonlarına doğru) nörolojik gelişime koşut olarak bebek hem kendi iç-dış deneyimlerini, hem de anneyi “iyi” ve “kötü” yanlarıyla birleştirmeye başlar (*). İkircime katlanmayı öğrenir. Suçluluğun ortaya çıktığı bu dönem “depresif konum” olarak adlandırılır. Bu karmaşık hikâyeyi erişkin yaşamından bir örnekle sadeleştirelim:

Bilinçdışı aldatma fantezileri olan bir erkek, eşinin kendini aldattığına dair kararsız bir şüphe duyabilir. Bu katlanılamaz bir ihtimalse ikircime son verip şüphesini kanıtlamaya, eşinin her hareketinden bir anlam çıkarmaya çalışır. Onu kaybetme endişesini ve terkedilme ihtimaline karşı öfkeyi içinde büyütür (paranoid-şizoid konum). Sonunda bu kuşkusunun yersiz olduğunu anlarsa, bu düşüncelerinden dolayı kendini suçlayabilir (depresif konum). Fesat, içimizdeki “kötü”yü dışa yansıtmaktır ve paranoyanın temelinde bu yansıtma yatar.

Depresif konum, hem bendeki hem ötekindeki “kötü”lüğü kabullenmektir bir bakıma. Mutlak iyi/doğru olduğumuz fantezisinin kaybıdır. Kayıp duygusunun olduğu her yerde depresif bir reaksiyon gelişir ve çoğu zaman depresyona kararsızlık düşünceleri eşlik eder. Seçmek (karar vermek) seçmediğimizi/diğer ihtimalleri kaybetmeyi göze almaktır. Bu bağlamda kararsızlık, kaybetme ihtimalinin (yasın) inkârıdır. Seç(e)memek, kaybetmemektir ama uzun sürerse zamanı kaybetmeye başlarız. Kayıpların savaşı başlar.

Hemen verilen kararlar çoğu zaman belirsizliğin yarattığı anksiyeteyi hızlıca yatıştırmaya yönelik müdahalelerdir. Pişmanlık, hızlı verilen kararlardan sonra yaşanır. Sabırsızlık ve atiklik çocuklukta kuraldır ancak erişkinlikte kararsızlığa ve belirsizliğe katlanabilmek, kendimizi tanımaya, ihtimalleri zenginleştirmeye imkân verebilir. Çelişkilere de…

Felsefi anlamda paradoks (çelişki) “düşünceler arasında tartışmaya açık, kesin bir yargı içermeyen karşıtlık” olarak tanımlanır. Kendisi de Girit’li olan Epimenides’ in “Bütün Giritliler yalancıdır” sözü paradoksun ilk örneklerindendir. Epimenides doğru söylüyorsa, kendi de Girit’li olduğu için yalancı olacak, böylece savının doğruluğu tartışmaya açık olacaktır. Nietzschze’nin  “Bütün genellemeler yanlıştır, bu da dâhil” aforizması da paradoksa örnektir. Paradoks, birden fazla aynanın ortasında durduğumuzdaki sonsuz görüntü (fikir) gibidir. Karşıt fikirleri, anlamı kendi içinde çoğaltacak biçimde birleştirir. Paradokslar, zihinsel vizyonumuzu genişletir, muhakeme yeteneğimizi güçlendirir.

Ters köşeye yatırma sanatı olarak psikanaliz için kararsızlığa ve paradoksa katlanma, ruhsal olgunlaşmanın bir göstergesidir. Patolojik kıskançlık, paranoya (düşmanlık), sabit fikir, fundemantalizm, fanatizm gibi birçok ilkel ruhsal süreç kararsızlığın ve çelişkinin dışlandığı, esnemeyen, katı düşüncenin ürünüdür. İkircime ve paradokslara katlanabilmek büyüdüğümüzün kanıtıdır. Paradoksal olarak (zihinsel düzlemde katlanmak zor olsa da) fizyolojimiz kararsızlık üzerine kuruludur.

Vücudumuz sistemlerden, sistemler organlardan, organlar dokulardan, dokular da hücrelerden oluşur. Hücreler, seçici-geçirgen çeperleriyle diğer hücrelerden ve hücre arası dokudan ayrışır. Bu çeperler (sınırlar) dış ortamla sürekli bir alış-veriş içindedir, yani hücrelerimiz esnek ve değişkendir. Hücre içi ile dışı arasındaki denge oynaktır fakat belirli bir aralıkta korunmaya çalışılır.  Değişen şartlarla bu dengenin korunmasına fizyolojide homeostazis denir. Homeostaz, “kararsız denge” anlamına gelir.

Bütün sınırlar, hem içeriyi hem dışarıyı tanımlar. Sınırların esnekliği, geçirgenliği, iç ile dış arasındaki, zihinsel dünyamız için ben ile öteki arasındaki alışverişi belirler. Hücrelerimiz fizyolojik olarak esnek olabilme, kararsız bir dengede durabilme potansiyelini taşır. Bana kalırsa sağlıklı bir ruhsallık mutlak kararlı ve çelişkiden muaf bir zihinden çok homeostatik bir zihindir. En azından sürekli kararlı olmaktansa kararsız bir dengeyi hedeflemek daha makul ve sağlıklı gibi görünmektedir.