sınır ve ihlal

   psikanaliz

                                             “Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine.” / N. Hikmet

İlk yurtdışı seyahatimde uçağın küçük monitöründen güzergâhı izlerken yaşadığım şaşkınlığı, algımdaki kırılmayı unutamam. Trakya’dan Balkanlara doğru ilerliyorduk; ekran önce siyasi haritayı ve uçağın konumunu kuşbakışı gösteriyor, sonra coğrafyayı pilotun gördüğü biçimiyle, yere paralel yansıtıyordu. İlkinde çocukluğumdan beri bana öğretilen sınırları, ikincisinde ise bu sınırların yapaylığını/saçmalığını görüyordum. Haritalar birbiri ardına sıralanınca aralarında uyumsuz (absürd) bir ilişki ortaya çıkıyordu. Yeryüzü karasıyla, suyuyla, yükseltisiyle bir bütündü ve sınırlara aldırış ettiği yoktu. O zaman, hayali çizgilerimiz neye yarıyordu? Sınırlar neyin ürünüydü; gücün ve otoritenin mi, aczin ve korkunun mu?

Sınır, en az iki şeyi birbirinden ayıran çizgi olarak tanımlanır; hem içeriyi hem dışarıyı belirler. Aynı zamanda bir şeyin uç/son noktasıdır. Doğal sınırlar nitelik olarak birbirinden farklı yapıları ayırır: kara/deniz, hücre içi/hücre dışı, et/tırnak gibi. Psikolojide ise sınır, ben ile öteki(ler) arasındaki çizgiyi, yani ben ile sınır çizgisi arasındaki (kişisel) alanımızı tanımlar. O halde sınır, etki alanı olan belirli bir “ben” ve benden farklı bir “öteki” fikrini içerir. Gerçekten bütünlüklü bir “ben”den bahsedebilir miyiz? Ötekiyle sınırlarımızı netleştirebilir miyiz? Sınır algımız nasıl gelişir?

Psikanalizin kuramsal kısmı, insan yavrusunun yaşamın başında zihninden neler geçtiğine, dünyayı nasıl algıladığına dair spekülasyonlardan (kurgulardan) oluşur. Nasıl bir kedinin, bitkisel hayattaki bir hastanın veya ağır zekâ geriliği olan birinin zihnini bilemiyorsak, bebeğin zihnini de bilemeyiz. Psikanaliz bu boşluğu başka alanlardan edindiği gözlemlerle doldurmaya çalışır: Erişkinlerin terapisi, şizofrenik zihin, rüyalar, bebek gözlemleri, sanat, antropoloji ve mitolojiyle hikâyesine destek arar. Bebeğe ve çocuğa erişkin (adultomorfik) bakış açışıyla bakar. Spekülasyon (kurgu) psikanalizde olumlu anlamda kullanılır. Psikanalitik okullar/kuramcılar bebek zihnine dair kendi fikirleriyle birbirinden ayrılsa da ortak yanlarıyla birleşir (Anayol Psikanaliz).

İlk ortaklık yaşama ayarlanmadan ve çaresiz geldiğimizdir. Mahler, insan yavrusunun psikolojik doğumunun gerçek doğumundan sonra gerçekleştiğine vurgu yapar. Yenidoğanın bir süre otistik evrede kaldığı kabul edilir. Bu dönemde bebek iç ve dış uyaranların bombardımanı altındadır ve çevresinde ne olup bittiğine dikkat edemez. Doyma, çıkarma, uyuma, ısı gerekli temel ihtiyaçlardır ve bebek bu ihtiyaçları karşılanmadığında hoşnutsuz kalır (genelde ağlar), karşılandığında “haz” alır (genelde uyur). Otistik dönemde bebek zihninin haz/hoşnutsuzluk gelgitinde içgüdüsel temelde işlediği kabul edilir.

Bebek zihni ilk aylarda iç ile dışı, ben ile ötekini, yani sınırları ayırt edemez; muhtemelen zaman, mekân ve kişilerden kopuk yaşantı parçalarını birleştirmekte zorlanır.  Henüz bütünlüklü bir ben (ego) söz konusu değildir (“Erken Ben”/M.Klein). Freud hayvansı doğamızla ve bunun zihinsel temsili olan id’le dünyaya geldiğimizi, ego’nun (bir hamur parçasını sıktığımızda dışa taşan kısmı gibi) id’den geliştiğini savunur. Anne, bebeğinki gelişene kadar bir “dış ego” işlevi görür, kendi egosunu bebeğe ödünç verir.

Ego için ilk ihtiyacımız olan bir bedendir. Anne; bebeğe dokunarak, seslenerek, yanıt vererek, severek bir beden algısının oluşmasını sağlarken, bebeğin ihtiyaçlarını karşılayarak onu uyaran selinden korur. Annelik işlevleri duygusal bağlanmayı, beden ve (aslında ihtiyaçları karşılayan) öteki algısının oluşmasını sağlar. Hayatımızdaki ilk ve asli öteki annedir, önemli ötekiler daha sonra hayat sahnemize çıkar. Kritik bir dönemeç olan nesne sürekliliği, yani bir cismin/kişinin görme alanından çıktıktan sonra da varlığını devam ettirdiği algısı/takip davranışı 8 ay civarında kazanılır. Buna koşut yabancı (ve kaybetme) tasası da başlar. Öyleyse 0-8 ay arası bebek, birbirinden kopuk deneyimleri birleştirmeye, kendini ve ötekini zamanda sürekliliği olan varlıklar olarak algılamaya başlar. Kesik çizgilerle sınır belirir. 1.5 yaşında çocuk “ben” diye tutturmaya başlar. Ben’in ve ötekinin ayrımlaşması, kesik çizgilerin birleşip sınırların netleşmesi için biraz daha zamana ihtiyaç vardır. Çocuğun anneden ayrımlaşıp-bireyleşmesi sağlıklı gidişatta 3 yaş civarında gerçekleşir.

Özetle önce  “ben” ve “öteki” algısı oluşur, sonra kuvvetle bağlandığımız anneden ayrımlaşır, psikolojik göbek kordonunu keseriz. 3 yaş civarında çocuk aile üzerinden dünyayı kavramaya, kendini sözle ifade etmeye başlar. Çekirdek cinsel kimlik gelişmiştir, ayıp/mahrem ve yasaklar anlaşılmaya başlanır. Dolayısıyla çocuk okula başlayana kadar (oyun çocukluğu döneminde) kültürün sınırlarına çekilir. Oyun, çocuğun sınırları hem öğrendiği hem ihlal ettiği, silip tekrar çizdiği yaratıcı bir zaman mekân olarak işlev görür.

İhlal, 1- bozma, karıştırma, 2- yasaya düzene uymama anlamlarına gelir. Psikolojide kişisel alanımızın içine, bizim arzumuz dışında müdahil olunmasını tanımlar. Örneğin çocuğun oyununa, o davet etmeden giren, oyununu/kurallarını bozan ebeveyn çocuğun sınırlarını ihlal eder. İhlal, hepimizde ama daha çok çocukta bozucu/travmatik bir etki yaratır. Öteki, ihlal eden tehditkâr bir nesne ise kendimizi ondan korumak isteriz. O halde özerkliğimize izin verilmediğinde, yani zayıf ve korumasız hissettiğimizde sınırlarımız koruyucu bir kalkan işlevi görür. Şizofrenide ego parçalanmasının bir tezahürü olan dağılma anksiyetesi, ilkel anksiyetelerimizden biridir ve yaşamın ilk yıllarında ihlal çocukta bu endişeyi harekete geçirir. Toplumsal düzlemde bizi biz yapan kimliklerimize (dil, köken, din) müdahale de yoğun bir dağılma anksiyetesine neden olur. Ülkeler, milletler, cinsiyetler birbirlerinden korktukça sınırlar katılaşır. Hayali çizgiler, bizi tarihimizdeki ve fantezimizdeki tehditlerden korur.

Terminatör 2 filminde, gelecekten gelen ajan T1000 cıvaya benzer sıvı bir metalden yapılmıştır. Zarar gördüğünde sıvılaşır, dağılır, ardından moleküller birbirini çeker ve tekrar toparlanır. Bana kalırsa ruhsallığımız da bu akışkan metale benzer. Belirli, bütünlüklü bir ben’imizin, olduğu fantezisi dağılmaya karşı bir savunmadır. Kişisel sınırımız da…

Kişisel sınırların netliği, keskinliği, esnekliği kültürden kültüre değişir. Örneğin ülkemizde yakınlık sınırsızlık gibi algılanırken Orta Avrupa’da kişisel sınırlar oldukça net ve katıdır. İhlal arttıkça bireyleşme zorlaşır, sınırlar katılaştıkça oyun oynamak (mutlu olmak) mümkün olmaz.

Winnicott’a göre oyun, iç dünya ile dış dünya, ben ile öteki, gerçek ile hayal arasındaki geçiş alanında oynanır. Oynamak bir geçiş deneyimidir, çocuk oynarken neredeyse bir esriklik halindedir. Yetişkinde yaratı/sanat, cinsel birliktelik, vecd ve yine oyun geçiş alanında yaşanan benzer deneyimlerdir. Yani ben ile öteki, gerçek ile hayal kaynaştığında, sınırlarımızla oyun oynayabildiğimizde yaşamın bir tılsımı/rengi olur. Belki de bu nedenle çocukların en sevdiği oyunlar noktaları birleştirip sınırlar çizmektir ve sınırların içini boyamaktır. Maalesef erişkinler çocuğun kullandığı renklerden çok sınırlara dikkat ederler…