stalklamak

   psikanaliz

                                               “Yan masadaki iki kişi akıllı telefonları olmasına rağmen sohbet ediyorlar.

                                               Ne sıkıntıları var acaba?” @onderseren-twitter fenomeni

Yakın arkadaşlarının ev telefonunu ezberinde tutarak büyüyen, ergenliğini tornavida ile Commodore 64’e kafa ayarı yaparak geçiren, ilk gençlik yıllarını cep telefonu ve internetten önce (İÖ) yaşayan biri olarak en baştan başlayacağım. Big-bang’ten: yani internet sonrası (İS) ortaya çıkan yeni bir sosyallik biçiminden: Sosyal Medya’dan.

Medya bildiğiniz gibi kitle iletişim araçlarını tanımlayan, “ortam, aracı” anlamlarına gelen bir kelime. Geleneksel medya tek taraflı iletişime dayalı. Bir dergi alıp okuduğunuzda veya akşam bir TV kanalının haberini izlediğinizde, birileri size bir “şey” iletmiş olur. Yeni medya ise elektronik ortam üzerinden ulaşılan “şey”: web sitelerinden bloglara, bilgisayar oyunlarından internet televizyonuna, cd-dvd’den elektronik postalara geniş bir yelpazeyi içeriyor. Eskisiyle kıyaslayınca kolay erişilebilir, veri akışı hızlı ve sürekli.

Gelelim sosyal medyaya: Sosyal medyanın diğerlerinden en önemli farkı tüketicilerin aynı zamanda üretici olmaları. Farklı amaçlarla kurulan ağlara (facebook, twitter, instagram vs.) katılanlar, aynı zamanda o ağın içeriğini belirliyor. Yani sosyal medya karşılıklı veri paylaşımıyla diğerlerinden ayrılıyor. Sadece bununla değil tabi -farklı bir sosyalleşme biçimine de olanak sağlıyor. Dilerseniz buna dijital, İÖ olan sosyalleşmeye de analog sosyalleşme diyelim.

Eskiden günlük hayatımızın geçtiği çevrede (habitatta) sosyalleşiyorduk. Tanımadığımız, tanıdığımız/bildiğimiz kişiler ve yakınlıkları değişen arkadaşlarımız vardı. Biriyle tanışmak, arkadaş olmak bedensel ve duygusal yakınlaşmayı/çatışmayı göze almak demekti. Analog sosyalleşmede kaderimize mahkûmduk. Bedenimizi götürebileceğimiz yerlerde, dilimizin dönebileceği durumlarda, neysek o olarak sosyalleşiyorduk. Olduğundan farklı görünmeye çalışanlar, kopya çekmeye çalışan acemi öğrenciler gibi yakalanıveriyordu.

Zamanla sosyal medya hayatımıza girdi ve bizimki gibi analog sosyalleşmenin zor olduğu bir ülkede hayatımızın vazgeçilmez öğelerinden biri haline geldi. Çünkü dijital sosyalleşmede arkadaş olmak için bir “tık” yeterli. Ötesi kendinizi birine yaprak yaprak açmak zorunda da değilsiniz. Dijital arkadaşınız, sizin marka seçiminizden, sevdiğiniz yazarlara, gittiğiniz kafelerden dinlediğiniz şarkılara her şeyi bir çırpıda öğrenebilir. Siyasi görüşünüzü, hayat felsefenizi, aşka, futbola bakış açınızı kendinize ait tek kelime kullanmadan, üstelik belirli birine değil, herkese anlatabilirsiniz. Daha önemlisi istediğiniz imajı sergileyebilirsiniz. Ne kadar güzel/yakışıklı olduğunuzu kanıtlayan filtreli fotoğrafları; yalnızlığınızı ya da mutluluğunuzu gözler önüne serebilirsiniz. Sosyal medya kendimizi baştan yaratmak, yeni halimizin taklidi olmak için bir fırsat! İmaj çağında yaşarken bu fırsatı neden kullanmayalım ki? Kullanalım ama nasıl?

Sanırım bunu belirlemek kimsenin haddi değil. Henüz bitmemiş bir tepkimeden söz ediyoruz. Şimdiye kadar olanı anlamaya, “postmodernizmin” köksüzlüğüne modernist bir bakış açısıyla anlam bulmaya çalışabiliriz. Eskiyle yeni arasında köprüler kurabiliriz ancak. Bir örnek verelim: Nevrasteni, 19. yüzyılın ortalarında tanımlanan, genel bedensel yorgunluk/halsizlikle seyreden ruhsal bir bozukluk. 20. yüzyılın son çeyreğinde Kronik Yorgunluk Sendromu olarak, altın yumurtlayan tavuk gibi pazarlandı. Üretilen teorilerin, yapılan çalışmaların sayısını bilseniz, küçük dilinizi yutabilirsiniz. Şimdi bu eğilim bitti ve Kronik Yorgunluk Sendromu, tanı çöplüğündeki yerini aldı. Nevrastaniye, Kronik Yorgunluk Sendromu demek kimsenin işine yaramadı. Alınıp-satılabilen bir metaya dönüşemedi çünkü.

İnternet çağı da sözde “yeni hastalıklara”, alışkanlıklara gebe. Son dönemin gözde fenomeni “stalklamak”. Sosyal/yeni medya üzerinden birini gizli gizli takip etmek, gözetlemek anlamında kullanılıyor. İS kuşak çevirmekte zorlanmış. Benim Türkçe çevirisi üzerine bir önerim var: “izini sürmek.” Yani yeni medyalar yardımıyla, kişinin bu ortamlardaki ayak izlerini takip etmek. Kimin?

Elbette ki bizim için önemli olan birinin: eski-yeni-ulaşılamayan sevgili, kıskanılan üçüncü, nefret edilen komşu-arkadaş vb. Zihnimizde güçlü duygularla taşıdığımız ötekinin ne yaptığını, nerelere, kimlerle gittiğini, mutlu, üzgün olup olmadığını takip etmek (röntgenlemek), “gogıllayarak” hakkında veri toplamak. Ve bunu  takıntılı (kompulsif) bir biçimde tekrar etmek. Peki, ama neden?

Öncelikle zaten onları zihnimizde taşıdığımız, zihnimiz onlarla yoğurulduğu için. Olumlu-olumsuz (sevgi, öfke, rekabet, özlem gibi) duygularla bize yakın ve yük oldukları için. Ayrıldığımız sevgili üzerinden gidelim: İÖ dönemde ayrıldığımız sevgiliye gönderilmeyen mektuplar yazar,  yakın/ortak arkadaşlardan haber almaya çalışır, anıları yâd eder, Ahmet Kaya dinleyip hüzünlenirdik. Yazılan mektupları, kişisel eşyaları teslim etmek ilişkinin tamamen bittiğine dair bir semboldü.  İS dönemde bunu sosyal medya ve dijital dokümanlar üzerinde yapıyoruz. Hepimiz, (halen) zihnimizde taşıdığımız sevgilinin bizden uzak(laşan) hayatını didikleyen amatör bir dedektife dönüyoruz. Yeni dönemin ayrılık sembolü ise sevgiliyi sosyal medyadan tamamen “silmek”. Aslında değişen bir şey yok- ki insan soyu sanılan kadar hızlı değişmiyor. Kişisel tarihimiz de yakamızı bırakmıyor.

Bağlanma, yaşamın başında bebeğin anneyle kuvvetli/duygusal bir bağ kurması ve bu bağı sürdürme arzusu olarak tanımlanır. Anneyle kurduğumuz bağ, bağlanma-ayrılma paternimizi belirler ve yetişkin ilişkilerinde kuracağımız ilişkilerin kalıbı gibi işlev görür. Yakın ilişkilerde bu bağ ilmek ilmek örülür. Yani tek bir halat atmayız ötekine; kısa-uzun, kalın-ince onlarca farklı halatla, karmaşık bir biçimde bağlanırız. Üstelik bu bağlar, tenimizin içine işler. Ayrılma, bu bağlamda, halatların teker teker koparılmasıdır. Birinden ayrıldığımızda düşünsel bir karar veririz, duygusal ayrılma bu kararın can acıtan yas sürecidir. Şairin dediği gibi, ayrılanlar halen sevgilidir.

“Eski” sevgiliyi stalklamak bu bağları hemen koparmamaya, yani yakın olmaya yönelik bir arzu. Dolayısıyla, niteliğine, niceliğine ve süresine göre normalden anormale bir spektrumda değerlendirilebilir. Duygularımızı işleyerek, zamanla sönümlenen bir şeyse stalklamak normal; takıntılı bir biçimde, eyleme vurarak (semptoma dönüşerek) devam ediyorsa anormal olarak değerlendirilebilir. Yani yas tutmayı da tut(a)mamayı da işaret edebilir- dolayısıyla eski bir hikâyenin yeni sürümüdür.

Tüketim çağı, eski olanın yeniden ambalajlandığı bir taklit eşya pazarı gibi. Hızla tüketilen hızla eskiyor, insanlar ürettikleriyle değil, tükettikleriyle var olmaya çalışıyor. Tüketim toplumunun, bireysel dünyada değer ve anlam sorunlarına yol açtığı aşikar. İS dönemin ve dijital sosyalleşmenin ruhsallığımızda nelere yol açacağını zamanla göreceğiz. Ama şimdiden çok soru işareti birikti.

Ortalama bir yeni medya kullanıcısı günde kaç görsele maruz kalıyor acaba? Ya da sosyal medyada “paylaşılan” gönderilerin ne kadarı özgün? Kendimize ait bir gündeme yoğunlaşabiliyor muyuz? Eskiyle kıyaslayınca sabrımız ve birbirimize ayırdığımız zaman azaldı mı?  Yazmak, konuşmak, dinlemek zul mü geliyor, neden bu kadar çok “emoji” kullanıyoruz? Onlarca soru eklenebilir fakat görünen o ki görsel (image) bombardıman, düşünümüzü (imagine) de hayallerimizi (imagination) de derinden etkiliyor; görsel dünya kalabalıklaşırken, sözel dünya tenhalaşıyor. Erken sayılabilecek bir gözlemimi, tehlikeli gördüğüm için paylaşmak istiyorum: Hikâye kuramamak! Yani anlatamamak. Rüyalar üzerinden açıklamaya çalışayım:

Rüyalar görsel düşünme biçimleridir. Ancak bu arkaik düşünme biçimi anlam oluşturmaya, söze dökmeye dirençlidir -bir nevi deli saçmasıdır. Zaten imgesel olan simgesele dönüştürülmezse psikotik düzlemde kalır (Lacan). Rüyayı anlattığımızda “ikincil düzeltme” yaparız. Birbirinden kopuk fotoğrafları/videoları bir kurgu çerçevesinde hikayeleştirir, anlam oluştururuz. Anlatabildiğimizde rüya/anı bizim olur (kişisel tarihimize eklemlenir), bizim için çalışır.

Benim gözlemim, İS kuşağın kendi hikâyesini kurmakta ve aktarmakta zorlandığı. Hızla tüketilen imajların, kopuk/yüzeyel anlamların içinde kaybolduğu.  Görüşmelerde anlatamadığı şeyi göstermek için o kadar çok kişi telefonuna sarılıyor ki! Otistik çocuklar gibi anlatmak yerine göstermeye, işaret etmeye yönelik bir eğilim baskınlaşıyor. Söze dökülemeyen imgelerle yalnızlaşan bir dünya kuruluyor. Oysa insanın asıl doğuşu dile/söze olur (Lacan). İnsan hikâye anlatabilen hayvandır (Freud).

Tüm bileşenleriyle (post)modern zamanlar imajlar üzerinden kopuk, söze dökülemeyen, bulanık bir anlam(sızlık) dünyası riski taşıyor. Hepimiz çakma bir yönetmene ya da belleksiz bir izleyiciye dönüşebiliriz. Oysa her filmin önce senaryosu-sözü yazılır. Kendi hikâyemizi anlamadan, anlatamadan, hayatımızın yönetmeni olamayız. Rüyalar çizilemez, anlatılır; özne ötekine muhtaçtır. L. Israel’in dediği gibi: Söz, insanın koşuludur…

Eski kimlikleriyle çatışıp yenilerini kurmaya çalışan ergenin aynalarla sıkı-fıkı olduğu bilinir. Bana kalırsa bu sadece imaj düşkünlüğünden kaynaklanmaz; kafası karışık ergen için ayna, “ben kimim, neyim?” sorularının yansıtıldığı bir düzlemdir. Sosyal medyadaki imajımıza dönüp-dönüp bakmamız, kendimizi stalklama (izimi sürme) olarak tanımlanabilir mi?