kader ve kaza

   psikanaliz

Olduğu kadar, olmadığı kader” / Şems

“Kimse kaderini bilemez ve ondan kaçamaz!”/ J.D. Nasio

2 Temmuz 1990’da Mina’ya Şeytan taşlamaya giden ve gelenler için ayrım yapılmaması nedeniyle tünelde çıkan izdihamda resmi rakamlara göre 1426, gayrı resmi rakamlara göre 5-6 bin hacı adayı ezilerek can vermişti. Suudi kral Fahd elim kaza için “Allah’ın emriydi”  demiş, mukadderat (kaderde olan) olarak değerlendirmişti.

Arapça “kadar” kelimesinden dilimize giren kader (yazgı) “Tanrı’nın uygun görmesi, Tanrı’nın isteği, alın yazısı, takdiriilahî” anlamına gelir. Kader hayatın, insanların başına gelen olayların, doğaüstü bir güç veya güçler tarafından önceden bilinip, takdir edildiği inancına dayanır. Bütün dinlerde yaratanın iradesiyle kulun iradesi arasındaki alan muğlaktır ve kader anlayışı bu alanın yorumlanmasıdır. Örneğin İslam dininde kaderi Allah’ın ilmi (kâinatın yasaları) olarak görüp, insanların seçimlerinden sorumlu olduğunu savunanlar olduğu gibi alın yazımızın baştan beri belirli olduğunu ve değişemeyeceğini savunanlar da vardır (125).  Her halükarda kaderinsanın bilme, anlama ve açıklama ihtiyacına metafizik alandan cevap bulmayı, bir bakış açısı ve yorumlama biçimini vaat eder.

Psikanalist Erich Fromm’a göre dinler Tanrı tasavvuruna göre kabaca ikiye ayrılır: Otoriter dinler, Hümaniter (insancıl) dinler. Otoriter dinlerde (Yahudilik, Geç Hıristiyanlık, Müslümanlık) Tanrı’ya ve kurallarına mutlak itaat, teslimiyet erdemdir, itaatsizlik de en büyük günah. Oysa hümaniter dinler (Budizm, Taoizim, Erken Hıristiyanlık)  insan merkezlidir; akılla ve sevgiyle kavranan dünyayla bir olma deneyimi, aşkın olma hedeflenir (126). Dolayısıyla insancıl dinlerde kişisel sorumluluk ve kendini gerçekleştirme söz konusuyken, otoriter dinlerde kadercilik hâkimdir.

Kadercilik ilgi alanını dinle sınırlayan, davranış ve olayların sonuçlarıyla birlikte önceden takdir edildiği ve bu takdirin değişmeyeceği inancıyla düşünme ve hareket etmedir ve determinizme benzer (127). Determinizm (gerekircilik) evreninin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların bilimsel yasalarla, örneğin fizik yasaları ile belirlenmiş olduğunu ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu öne süren öğretidir. Gereklilik, determinizm için de kadercilik için de şarttır. Ama kadercilikte yaşanan olaylara anlam bulmaya yönelik anlatısal bir gereklilik söz konusudur. İnsan soyu hastalık, kaza, doğal afet gibi anlam sistemini ve özsaygıyı bozan olaylarla baş edemeyince dine, kaderciliğe sığınır.

İnançsız bir Yahudi olan Freud için din hayat/ölüm karşısında çaresiz kalan insanın ilkel kaygılarını yatıştıran, tüm güçlü (omnipotent) fantezilerin bir ürünüdür. Yaşamın başında kendini tanrısal bir konumda gören bebeğin, bu yanılsamayı başka bir varlığa havale etmesidir. Psikanaliz dine, günümüzde mitolojiye baktığımız gibi bakar. Yani dinler toplumların düşlemleridir. Ancak dini bir kavram olan kader, psikanalizde de kullanılır.

Psikanalitik açıdan kader, biyolojik repertuar ve bilinçdışı tekrarlar (nevroz) açısından ele alınır. Freud’a göre “biyoloji kaderdir.” Evrim teorisinden etkilenen Freud bu deyişiyle hayvansı doğamıza gönderme yapar. Ancak homosapiens için zihinsel işlevler yakın akrabalarımızdan daha karmaşıktır. İçgüdülerin yerini dürtüler, duygular ve düşünceler alır. İçimizdeki (dürtüsel) hayvan, uygarlığın yasakladığı arzularını bastırmak zorunda kalmıştır. Bilinçdışı bu illegal alanı temsil eder.

Nevroz ise farkında olmadığımız bilinçdışı tekrarlardır. Örneğin otorite çatışmalarını aşamamış biri, her yeni ortamda çatışacak bir otorite figürü bulur. Ya da flörtöz (ayartıcı) biri, tüm ilişkilerinde ayartarak yakınlaşmaya çalışır. Eşinin kendisini aldatacağını düşleyen biri fark etmeden aldatılmanın koşullarını hazırlayabilir (“kendini gerçekleştiren kehanet”). Dolayısıyla farkına varamazsak kendi tekrarımızı (nevrozu) sürdürürüz. Psikoterapi bu gizli anlamları ortaya çıkarmayı ve “bilinçdışından toprak kazanmayı”, kendi kaderimizi tayin etmeyi vaat eder.

Freud’a yönlendirilen en önemli eleştiri kuramının deterministik bir kuram olmasıdır. Klasik psikanalitik kurama göre ruhsal olgular ve dinamikler belirlenmiş yasalarla ilerler. Ruhsal yapılar değişebilirlik açısından dinamik, bu yapıların etkileşimi açısından ekonomik ve geçmişin belirleyiciliği açısından genetik bir kuramdır. Örneğin yaşamı ağzımızla tanıdığımız ilk bir yıl (oral dönem) içerisinde früstrasyona uğrayanlarda, bu döneme özgü bağımlılık, depresif yapı ve kendine güvensizlik gibi oral kişilik özellikleri ortaya çıkar. Gerek gelişim teorisi, gerek de ruhsal belirlenimcilik açısından klasik kuram deterministik bir çizgide ilerler. Yaşamımız, farkına varmadığımız ruhsal çatışmaların gölgesinde geçer.

“Günlük Yaşamın Psikopataolojisi”nde Freud (128), gündelik hayattaki bilinçdışı komploları anlatır. Kazaları, sakarlıkları, esprileri bilinçdışı çatışmanın birer ürünü, yani bir nevi semptom olarak ele alır. Kendinden önceki psikoloji ekollerinin tersine zihinsel süreçlerde bilince atfedilen önem azalırken yerine bilinçdışının vesayeti gelir. Freud’un bilinçdışı, dini-imanı olmayan yaramaz bir çocuk gibidir. Yetişkin (uygar) yanımızla içimizdeki büyümek istemeyen  (vahşi) çocuk sürekli bir çatışma halindedir. Yaptığımız şakaların, sakarlıkların-kazaların, dil sürçmelerinin, gördüğümüz rüyaların, düşünce ve davranışlarımızın çoğunun altında bilinçdışı anlamlar/güdülenmeler vardır. Yani başımıza geldiğini düşündüğümüz şeyler, bu veledin ördüğü çoraplardır.

Örneğin “boğazımdan haram lokma geçmedi” diyeceğine dil sürçmesi ile “boğazımdan helal lokma geçmedi” deyiveren (yalancı) biri, evlilik yıldönümünde eşine hiç uygun olmayan bir hediye alan (mutsuz) eş, seans ücretini ödemeyi unutan (terapistine kızgın) bir hasta bilinçdışı çatışmayı ortaya koyar. Freud’a göre kazalar, sakarlıklar yeterince bastırılamamış psişik malzemenin dışavurumudur ve “yasak bir arzuyu, uzlaştırılmış bir şekilde tatmin etmek” için başımıza gelir. Klasik kuramda şansa ve kazaya yer yoktur.  Otoriter dinlerde kader yaratanın yasası, kaza ise kudretidir. Freudien kuramda kader (bilinçdışı çatışma), kazaya (semptoma) neden olur. O halde psikanaliz de elçisinin Freud olduğu bir din midir?

A. Phillips’e göre Freud, takipçileri kadar Freudçu değildir. Her büyük lider gibi kimileri tarafından yanlış anlaşılmış, kullanılmış, putlaştırılmıştır. “Bir puro, bazen sadece purodur” mottosu Freud’un olumsal(olması kadar olmaması da mümkün bulunan, zorunlu karşıtı) yanını gösterir. Kimsenin şanstan muaf olmadığını belirten Phillips’e göre psikanalizde birbiriyle çatışan iki benlik versiyonu bulunur. Bunlardan biri, yani Freudiyen benlik, ne istediğini ve her zaman ne istemekte olduğunu (psikanalitik anlamda) bilir – ki bu bilinçdışı arzudur. Olumsal benlikise savunmaya yönelik değil, ne istediğini ya da ne istemekte olduğunu bilmeden kendiyle barışık yaşar (129). Benliğin bu yönünün kabulü insanı bilinçdışının vesayetinden, determinizmden kurtarabilir.

Hayatımızı şanstan, rastlantıdan muaf kılma çabası çoğu zaman katı bir ahlaki tutumla gerçekleştirilebilir. Kaderci bir sofu da rasyonel bir ateist de fark etmeden aynı determinizmin içinde boğulabilir. Elbette ki yaşamımızdaki olasılıkları arttırma bir noktaya kadar kendi elimizdedir. Ancak kazaya ve şansa alan bırakmayan bakış açısı içinde gizli bir kibri, eleştirel-suçlayıcı bir tavrı da taşır. Freudien benlik açısından Ödipus, kaderine (bilinçdışı fanteziye) yenik düşer. Phillips hikâyeyi bir de olumsal benlik açısından ele almamızı önerir:

Ödipus’u sadece hat safhada talihsiz biri olarak düşünmeye başladığımızda, psikanaliz de çok farklı bir çehreye bürünecektir.”