çaresizlik işkencesi

   psikanaliz

                                                       “Dünya çarelidir. İnsanlar dünyaya bir çare bulacaklar.”/ Sait Faik

M.Cevdet Anday’ın “İçerdekiler” adlı oyununda “psikolojik” işkenceye maruz kaldığını öğrendiğimiz idealist bir siyasi mahkûmun, baldızını taciz ettiğine şahit oluruz. Freud, sadizmin olduğu her yerde mazoşizmin de var olduğunu söyler. İşkence, şüphesiz ki sadomazoşistik bir ilişki biçimini hedefler.

Yoksun bırakma, aşağılama, tehdit ve korku salma, cinsel taciz ve tecavüz, yakınlara zarar verme gibi sadisttik yöntemleri kullanan sistematik işkence en aşağılık “insanlık” durumlarından biridir. Diğer hayvanlar da birbirine şiddet uygular, hatta şempanzelerde organize şiddet de görülür ancak zulüm ve işkence insan hayvanına hastır. İşkencede amaç kurbanı tüm bağlarından, anlam/değer dünyasından koparıp, cehennemdeki zebanisiyle baş başa bırakmak, boyun eğen bir çaresizliğe sürüklemektir. Anneye atfettiğimiz ne varsa onun tersidir işkenceci.

Anne (bakım veren) olmadan birkaç gün yaşayabilecek insan yavrusunun fırtınalı zihnine dair en fantastik kurguyu, saldırganlığın doğamızda verili olduğunu savunan Klein betimler. Bebeğin, parçalanmış dünyasında meme (yani anne, sıcaklık, güven, doyum) varken iyidir, yokken kötüdür. Bebek zihni başlangıçta dünyaya paranoid-şizoid (şüpheci-kötümser, kaygılı-yalnız) bir pencereden bakar. Klein’a göre insanın yıkıcılığına dair ne varsa bu dönemde filizlenir. İşkenceci “kötü” memedir, kurbanını paranoid-şizoid konuma gerileterek, hem nefret edilen hem medet umulan (iyi olacak/gelecek) biri haline gelir. Kleincı bakış açısıyla meşhur Stockholm sendromu bu dinamiğin, kimsenin “mutlak kötü” olamayacağına dair bir umudun sonucudur.  Derin ve uzun çaresizlikler, kurbanın benlik saygısını (“insanlık onurunu”) yerle bir eder.

Çaresiz, “çözümü bulunamayan” durum veya kişidir. Çaresizlik, günlük dilde kullandığımız biçimde (“çaresiz hissediyorum”) bir duygu hali değil, belirsizlik gibi, bir durumdur aslında. Eşlik eden duyguların ağırlığı onları ifade etme yetimizi de çaresiz bırakır. Hüzünden karamsarlığa, kaygıdan dehşete, öfkeden nefrete, şiddeti ve alaşımı değişen olumsuz duygulara gebedir. Psikolojide ilk akla gelen “öğrenilmiş çaresizlik” olsa da çaresizlik sonradan öğrenilen bir şey değil, yaşamın başından beri bize eşlik eden bir insanlık halidir.

Yaşama temel bir çaresizlikle başlarız (Freud). İç ve dış dünya hem kendi içinde hem de birbiriyle ilişkisi bağlamında kopuk ve kaotiktir. Yani bebek olup biten şeyleri bütünleştirme ve anlamlandırma kapasitesinden yoksundur. Temel ihtiyaçlar çerçevesinde (açlık, sıcaklık, uyku) devam eden hayatta her uyaran endişe uyandırır, çaresiz bırakır. Zamanla, sorunlara önce anlam (örn: acıktım, yoruldum, kıskandım), sonra da çözüm bulmaya çalışırız.  Bebekken gazımız olduğunda annemiz sırtımızı ovalarken, büyüyünce biz karnımızı ovalarız. Çaresizliğe yaşamın başında, yani en çaresiz olduğumuz dönemde, sahte çözümler üretiriz.

Omnipotens (tüm-güçlülük) çaresizlik içinde yüzen bebeğin kendini tanrısal bir konumda görme arzusudur. Zamanla çocuk fanteziden değil, nesnesinden vazgeçer. Çocuklukta ebeveynlere, kahramanlara; ergenlikte ideolojiler ve idollere bu fantezi aktarılır. Büyümek, sorunları, çözümleri olan/olabilecek (sıkıntı, faşizm vb.) ve olmayan/olamayacak (ölüm, karşılıksız aşk vb.) biçimde ayırabilmektir bir bakıma. Yani tüm-güçlü olma arzusundan vazgeçmektir. O halde ebeveynlerin karmaşık görevi, çocuğu temel çaresizlikten kurtarıp, insan olmanın trajik çaresizliğine inandırabilmektir. Anne-babanın kendi çaresizliğiyle nasıl baş ettiği, çaresizlik durumlarına nasıl tepki verdiği, çocuğa model olur.

Çaresizliğe verilen tepki, kişilik özellikleriyle (örn. oral-bağımlı kişilerde edilgenlik, anal-obsesif kişilerde çırpınma/kabullenmeme, histriyonik kişilerde inkar), duygusal repertuarımızla, öğrenmeyle, kısaca ruhsal olgunluğumuzla ilgilidir. Benim gözlemim duygularıyla barışık olanların, çare aradıkları, yalnız kalmayıp sosyal desteği harekete geçirdikleri, kısaca “ellerinden geleni” yaptıkları, son tahlilde çaresizliği kabullenip, orijinal duyguyu yaşadıkları yönünde.  Diğer yandan en sık rastlanan tepki, diğer olumsuz duyguları inkâr edip öfkeyi, yıkıcılığı yükseltmek. Peki, ama neden?

Bence bunun iki nedeni var. 1-Ekonomik anlamda her duygu bir enerji deşarjdır ve yoğun duygulara kontrolsüz motor hareket eşlik eder. Ancak saldırganlığın bir türevi olan öfke spektrumunda motor hareket, kendine veya başkasına yönelik organize bir şiddete yol açabilir. Öfke hem kısa süreli (her türlü şiddet) hem de uzun süreli (intikam, kin) bir yakıt olarak kullanılabilir ve çaresizliğin inkârına, çaresiz olunmadığına dair bir yanılsamaya hizmet edebilir. Yani güçsüzlük, güç gösterisine dönüşebilir. 2-Ayrıca çaresizliğin derinliği ve biçimi (örneğin işkence, tecavüz)  ya da ego gücündeki zayıflık (örn. antisosyal, borderline kişilik) nedeniyle çaresizliğe katlanamama, anlam ve değerleri yıkmaya yönelik hiddete/nefrete dönüşebilir. Yani yıkılan, yıkmak isteyebilir.

Çoğu zaman dışardan dayatılan şartların bir ürünü gibi değerlendirilse de bazen de nevrotik bir çıkışsızlıktır çaresizlik. Psikozda (delilikte) sorunlar çözüme dönüştürülürken, nevrozda çözümler soruna dönüştürülür. Yani bazen bir semptom, bilinçdışının uyguladığı işkence, bir tekrar olarak karşımıza çıkar (örn. mazoşizm). Depresyon uzun süreli, panik atak yoğun ve kısa süreli çaresizliğe neden olur. Agorafobi, yardım alınamayacak/çaresiz kalınacak durumlardan kaçınmadır. Kurtarıcı fantezisi (örn. siyasi hayatımızda “Atatürk gibi bir lider”, romantik dünyamızda beyaz atlı prens), yoksulluğa karşı şans oyunları/kumar, platonik aşk nesnesinin bir gün seveceği umudu, çaresizliğe karşı nafile çabalardır.

Bir “kıskıvrak yakalanma” durumu olarak çaresizlik, sözcükleri kifayetsiz kıldığından, imajlarla betimlenir. “Elim kolum bağlı”, “elimden bir şey gelmiyor”, “kolum kanadım kırıldı”, “eli koynunda kalmak”, “kapana kısıldım”, “dünya başıma daraldı” gibi klostrofobik deyimlerle çaresizlik anlatılır. Geniş anlamda klostrofobi de çaresiz, hareketsiz kalmaya dair bir korkudur. Kundaktaki bebek gibi…

Paleolitik dönemden itibaren uygulanan kundağa almanın, panteist dönemlerde yaygın bir gelenek olan, ilk çocuğu tanrıya bağışlama geleneğinin bir ürünü olduğu düşünülür. MÖ 4000-5000 yıllarından kalan tasvirlerde kundaklanmış bebeklere rastlanır. Günümüzde silinmeye yüz tutsa da, bebeğin uyuyakalmasını sağladığı, kendine zarar vermesini önlediği, kısaca annenin konforunu sağladığı için halen kullanılmaktadır. Tıbben yararı olduğuna dair bir kanıt yoktur, aksine kalça çıkığı riskini arttırabilir. Bana kalırsa kundağa alma, annelerin bilmeden uyguladığı düşük yoğunluklu bir işkencedir ve işkenceciler tarafından da türevleri kullanılır.

Kafka’nın Ceza Kolonisi öyküsünde, mahkûmun suçunu derisine metal iğnelerle kazıyan bir işkence/infaz aletini iştahla tanıtan bir subayı dinleriz. Alet mahkûmu kundaktaki bebek gibi kıskıvrak sarar ve hareketsiz kılar. Eserlerinde baskıcı, ulaşılamayan iktidar (baba) karşısında çaresiz/aciz kalan bireyi (çocuğu) anlatan Kafka, Nazi zulmünü görmeden ölse de üç kardeşi toplama kampında katledilir. Faşizm Kafka’nın hayaline gelmeyecek işkence ve infaz yöntemleri üretir.

Siyaset bilimci Britt, ünlü makalesinde ilk örnekleri iki dünya savaşı arasında görülen  faşizmin ortak özelliklerini tanımlar: Aşırı milliyetçilik, insan hakları ihlalleri, düşmanlaştırma, militarizm-güçlü polis teşkilatı, cinsel ayrımcılık, medyanın kontrol altına alınması, laikliğin askıya alınması, özel sermayenin gücü korunurken emek gücünün baskı altına alınması, aydınların, sanat ve sanatçıların aşağılanması, suç ve cezalandırma ile yıldırma, adam kayırma ve hileli seçimler (44). Peki, faşizan iktidarların olduğu ülkelerde yurttaşların psikolojisi nasıldır? Çok uzağa gitmeye gerek yok sanırım!

Biz nasıl hissediyoruz? İktidarın baskısı, zulmü arttıkça; iktidar adeta bir işkenceciye dönüşünce bize ne oluyor. Çaresizlik, tekinsizlik ve belirsizlik bizde neye yol açıyor? Körüklenen nefrete kapıldığımızda hangi bağları koparmak istiyoruz? İnsanlıktan nasibini almamışlar (ilkel ruhsal örgütlenmeler) etrafımızı sardığında, yalnız kalma, dışlanma tehdidi belirdiğinde ne yapıyoruz? “Aydınlatan cevaplar değil, sorulardır” diyen Ionesco ile bitirelim.

Kült oyunu “Gergedanlaşma”da, şahit olduğu Nazi zulmünü anlatır Ionesco. Sıradan insanların sıradan tasalarla, sevinçlerle, hüzünlerle yaşayıp gittiği bir taşra şehrinin meydanında, ansızın bir gergedan belirir. İnsanlar önüne geçeni ezen sürüye dâhil olmak için yarışınca iktidarı ve aygıtlarını gergedanlar zapt eder. Oyunun anti-kahramanı Bérenger, istediği halde gergedanlaşamaz ve yalnız savaşmak zorunda kalır. Absürd tiyatro metinleri aydınlanmacı zihinden uzaktır. Umut tacirliği yapmazken; yaşamı anlamsız/sıkıcı, insanı kötü/aciz yanlarıyla ele alır. Çaresizliğimizi kabullenmek, onu bir işkence değil de insanlık hali gibi görmek birbirimize muhtaç olduğumuzu, barışmak ya da en azından uzlaşmak zorunda olduğumuzu anlamımıza yaramaz mı? Birbirimizi kundaklarımızdan kurtaramaz mıyız?