themis’in adaleti

   psikanaliz

                                                   “Kardeşiyle sokaklarda hep / bir örnek giydirilen sen  

                                                    nasıl sevmezsin eşitliği / yürürken düşen çoraplarını 

                                                   aynı hizaya getirmek için  / annen değil miydi önünde diz çöken” 

                                                                                                               Sunay Akın / Çekmece

Her şey kaosla başlar; belki de hep öyle devam eder, kaosa düzen vermeye çalışan insan aklıdır. Yunan Mitoloji’sinde ilk varlık Khaos’tan tanrıça Gaia (toprak ana) oluşur.  Bakire tanrıça Gaia’dan Uranus (gök ve uzay tanrısı) ile Pantos (deniz tanrısı) doğar, Gaia ile Uranus’ün ensestinden de Themis.  Themis doğal ve tanrısal yasayı temsil eder. Ehramın tepesinde oturur, adının anlamı “koymak, yerleştirmek”tir. Bugün batı kültüründe adalet saraylarını Themis’in sembolik heykeli süsler.

Tanrıça Themis heykellerinin bir elinde adaleti tarttığı terazi, diğer elinde cezayı simgeleyen kılıç vardır. Ayağının altında yasaların yazıldığı kitap ve kötüyü simgeleyen yılan bulunur. Yüzyıllar içerisinde Themis’i temsil eden heykeller evrilir: çıplak bedeni örtülür; kutsallık günlük yaşamın karmaşasına yetmeyince açık olan gözü, kararlarında daha objektif olsun diye kapatılır.

Mitoloji, kurucusu Freud’dan bu yana psikanalizin ilgisini çekmiştir. İnançsız bir Yahudi olan Freud’a göre rüyalar bireysel, mitler de toplumsal bilinçdışını yansıtır. Doğa karşısında çaresiz kalan insan soyu ilkel kaygısını yatıştırmak için (tıpkı ninniler ve ağıtlar gibi) mitler icat eder. Freud’un tarafından bakınca Yunan Mitolojisi’nde; toprak, hava ve sudan sonraki temel ihtiyaçlarımızdan biri adalettir. Bir arada yaşamak için kurallara, suçu önlemek için cezaya, sağlıklı rekabet için fırsat eşitliğine, kısaca adalete ihtiyaç duyarız. Önce ailede…

Adalet hakkın gözetilmesidir ve en temelde kardeşler arasındaki ilişkinin düzenlenmesiyle ilgilidir. Freud’a göre kökeninde ilkel kabilelerde babanın/şefin ölümünden/katledilmesinden sonra kardeşler arasında güç-mal-iş bölümünün düzenlenmesi ihtiyacı yatar (39).

Herhalde basit anlamda adalet, gıdaların eşit dağıtılmasıdır. Her ne kadar eve ekmeği baba getirse de bölüşümü anne yapar. Ev içi, kardeşler arası adaleti anne sağlar. Bu nedenle kadim kültürlerde adalet tanrıçaları (Mısır’da Ma’at, Yunan’da Themis ve Roma’da Lustitia)  kadındır. Doğuran, besleyen ve büyüten kadın, ataerkil toplumda ikinci konuma itilince, baba devreye girer;  ev içi adaleti yine anne sağlar, ama yasa “baba”dır. Yaramazlık yapan çocuk, babaya şikâyet edilmekle tehdit edilir. Ailenin bekası için her birey hakkını ve sınırını bilmelidir. Çocuk, arzu küpü olduğundan, hakları, hakkı olmayan şeylerle yasak ve engellerle çizilir.

Freud’a göre uygarlığı (aileyi) ayakta tutan ilk yasak ensest yasağıdır. Yani, uygarlık anayasamızın birinci maddesi, aile içi cinsel ilişki yaşanamayacağıdır. Erkek çocuk üzerinden gidelim: Çocuksu cinsellik anneye sahip olmayı, babayı ortadan kaldırmayı arzular. Sağlıklı gelişimde anne ve baba çocuğa, sevgiler arası ve kuşaklar arası farkı, örselemeden hissettirir. Erkek çocuk için yeni hedef babayı ortadan kaldırmak değil, baba gibi olmak olur. Rekabeti de öğrenir çocuk, sabretmeyi de.  Bu imkânsız aşktan vazgeçip babayla fırsat eşitliğinin olmadığını anladığında, buna razı olduğunda; imgeselden simgesele, arzudan gerçekliğe, ikili ilişkiden üçlüye geçiş yapar. Sevilme, yasaya uyduğumuzda hakkımız olur.

Asimetrik (kuşaklar arası) ilişki düzleminde otorite ile çatışmalarımız belirlenir. Öğretmenler, komutanlar, hocalar, patron ve yöneticiler, devlet ve iktidar, hatta yaratanla olan ilişkimizin tohumları ebeveynlerle olan hak-hukukumuzla atılır. Ailede suçlanan, ezilen çocuklar, büyüdüklerinde her ortamda suçlanacakları duygusunu taşırlar. Ya sürekli hak ararlar ya da içe kapanıp haklarından vazgeçerler. Otorite karşısında biat da isyan da çatışmanın yoğunluğunu gösterir.

Simetrik (kuşak içi) ilişki düzlemindeki çatışmalar kardeş ve muadilleriyle (arkadaş) belirlenir. Bazı kültürler bir kast sistemi yaratsa da kardeşler aynı düzlemde yer alırlar. Yaş farkı ne olursa olsun kardeşler anne-baba nezdinde gözde olmayı olmadı eşitler arasında birinci olmayı o da olmazsa en azından eşit olmayı ister. Kardeş payı, otorite (yasa) karşısındaki eşit olma arzusunu anlatır. Kültürün bir uzantısı ve fabrikası olan aile içinde hem asimetrik hem de simetrik düzlemde, rekabeti, yasayı, eşitliği, yani adaleti öğreniriz.

Adalet duygusu, bizi diğer hayvanlardan ayıran, uygarlık tarihine yön veren bir duygudur. İş bölümü, sevgi-sahiplenme ve korku (kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapma) adalet duygusunu besler. Bütün kutsal dinler, ütopyalar, ideolojiler daha adil bir dünya hayal eder. On Emir’in beşi, başkasının hakkını gasp etmeyi yasaklar örneğin. Adalet, güçsüzün, azınlığın, çocuğun, yaşlının korunmasına hizmet eder. Modern dünyanın, henüz başaramasa da, inşa etmeye çalıştığı demokrasinin temel kavramı adalettir.

Adalet duygusunun karşısında hak ihlali-yani saldırganlık vardır. Başkasının hakkını gasp etme saldırgan bir dürtü olmadan söz konusu olamaz. Saldırganlık şiddetine göre, duygusal eksende öfkeden hiddete, düşünce-fantezide rekabetten hasede, davranışlarda pasif agresyondan doğrudan şiddete varan eylemlerle kendini gösterebilir. Dünya savaşı ve Hitler faşizmin yaşayan Freud, yaşamının hastalıklarla boğuştuğu karamsar son yıllarında, kuramına önemli bir ekleme yapar. Yıkıcı ve saldırgan dürtülerimiz kaynağı olarak ölüm içgüdüsünü tanımlar.

Psikanalizde saldırganlığa ait iki temel görüş bulunur. İlki Darwinci evrim kuramından ve Thomas Hobbes’un felsefesin etkilenen, insan yavrusunu ehlileştirilmesi gereken vahşi bir hayvan olarak tasarlayan görüştür. Bu görüşe göre, insanın içindeki saldırganlık hayatta kalmak ve yarışmak için elzemdir. Güç ve iktidar hırsının dışavurumudur.  Yasalar, bu vahşi yönümüzü kısıtlayan uygarlık icatlarıdır. İkinci görüş, insan yavrusunu yeterli su ve ışık aldığında serpilecek bir bitki gibi görür. Saldırganlık, (fiziksel ya da psikolojik) tehdit hissettiğimizde, engellendiğimizde veya yoksun kaldığımızda ortaya çıkar. Kötü insan yoktur, çok korkmuş insan vardır. S. Mitchell, ilk görüşü savunanları “şahinler”, ikincisini savunanları “güvercinler” olarak sınıflandırır (40).

İster şahin, ister güvercin olalım, saldırganlığı ehlileştirdiğimiz, adil ve barışçıl bir dünya kurduğumuz söylenemez. Aksine, oldukça adaletsiz ve zalim bir düzenin içinde yaşıyoruz. Kabaca dünya nüfusunun %80’i gelirin %20’sini paylaşırken, %20’lik şanslı azınlık gelirin %80’nine sahiptir. Hastalıklar, felaketler, savaşlar yoksulları vururken, insan soyu, sadece kendi türdeşlerine değil, doğaya ve diğer canlılara da hunharca davranır.

Bana kalırsa saldırganlık evrimsel gelişimimizin bir öğesidir. Hayatta kalmak ve genlerimizi aktarabilmemiz için saldırganlığa ihtiyacımız var. Yemek yemek (parçalamak, çiğnemek, hazmatmek), tarım yapmak (toprağı kazmak), mülkiyet (başkasından sakınarak biriktirmek) hatta sevişmenin içinde saldırganlık vardır. Mesele saldırganlığın hedefi ve şiddetinin düzenlenmesidir. Adalet en başta saldırganlığın ehlileştirilmesi, uygarlık yararına kullanılmasıyla mümkün olur. Saldırganlığın yönetimi, sevginin çoğaltılmasından daha makul bir hedeftir…

Erkeklerin daha saldırgan olduğu, ölümcül rekabete daha sık giriştikleri ve bunun androjenlerle ilgisi olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Kültürel olarak da erkeklerin saldırganlığına kadına göre daha hoşgörülü yaklaşılır. Güç ve iktidar erkeklerin, ya da erkeksi yönü baskın kadınların sorunsalıdır. Dünyadaki malvarlığının %95’inden fazlası erkeklerindir;  Themis’i giydiren de gözünü kapatan da muhtemelen erkeklerdir.  Sunay Akın da öyle düşünür:

            “Beyaz adam özgürlük gibi adaleti de

             bir kadın heykeliyle simgeledi

             ama elinde terazi tutan zavallı kadın

             gözleri bağlı olduğu için

            kendisine tecavüz edenin kim olduğunu göremedi.”