ya sabır!
Kitab-ı Mukaddes’in en karmaşık, tartışmalı ve bir o kadar şiirsel kitabı Eyüp’te, zengin, dürüst ve inançlı bir adam olan Eyüp’ün felaketi, acısı ve kurtuluşu anlatılır. Tanrı, bu sadık kuluyla övünürken şeytanla (muhalif) iddialaşır adeta. Sınanmak için önce çocukları ve malı-mülkü elinden alınır, sonra sağlığı. Yalvarır, yakarır, arkadaşları tarafından suçlanır ama isyan etmez. İmanının ve sabrının mükâfatı olarak hem evi hem kesesi eskisinden bereketli olur, uzun yaşar ve yaşama doyar. Semavi dinlerde Eyüp, sabrın sembolüdür.
Arapça sabr (dayanma, katlanma) kelimesinin kutsal metinlerle dilimize girdiği kabul edilir. Yine sabur (çok dayanan) Allah’ın adlarından biridir (1). TDK ise sabrı acı, yoksulluk, haksızlık vb. üzücü durumlar karşısında ses çıkarmadan onların geçmesini bekleme erdemi olarak tanımlar. Erdem, “insanlaştıran” bir güç ise (2) sabır erdemine nasıl kavuşuruz? Sabrın evrimsel, nörolojik ve psikolojik kökenleri nelerdir?
Avlanmayı geceye erteleyen bir kaplanın, deniz tabanına gömülüp saatlerce avını bekleyen bir ahtapotun sabrından, yavrusunun ölüsünü bırakıp sürüye dönen anne zebranın metanetinden bahsedebilir miyiz? Bu hayvanlara insani unsurların yakıştırılması mı (antropomorfizm) yoksa hayvanların duyguları var mı? Bugün için şunu biliyoruz ki sinir sistemi geliştikçe duygu dağarcığı da büyüyor. Yüksek memelilerde, farklı sınıflamalar olmakla birlikte, birkaç duygu-kumanda sitemi olduğu kabul edilir: Arayış, Öfke, Korku, Panik. Hatta Panksepp temel duyguların “evrimsel hareketler” olduğunu ileri sürer (1998). İnsandaki zengin duygulanımlar bu sistemlerin türevleridir. O halde içgüdüden duyguya, dürtüsellikten stratejiye giden yol sinir sisteminin evrimiyle koşut.
Sinir sistemini diğerlerinden ayıran temel özellik iletişim için özelleşmiş hücrelerden (nöron) oluşmasıdır. Nöronlar başat olarak elektriksel, kısmen de kimyasal yolla iletişim kurarlar. İstirahat halindeki bir nöronun elektriksel yükü sabittir ( -70mV). Uyaran elektriksel yükü değiştirir ve hızı saniyede 30m’yi bulan aksiyon potansiyelini (iletişim dalgasını) oluşturur. Tek bir nöron veya gangliyon (nöron topluluğu) refleks arkı gibi işler. Uyaranı alır, tepki verir ve tekrar sakin (istirahat) haline dönmek ister. Oysa insan sinir sisteminin merkezinde (beyninde) yaklaşık 1 milyar nöron bulunur ve her bir nöronun 200 ile 2000 arası potansiyel iletişim ağı (sinaptik bağlantısı) vardır (3). Gelişkin zihinsel işlevler (bellek, dil, zekâ) bu zengin ve karmaşık organizasyonun sonucudur. Yani beyin geliştikçe basit bir tepki aygıtı olmaktan uzaklaşır.
Merkezi sinir sisteminin temel fonksiyonu iç ve dış uyaranları algılamak, bütünleştirmek ve en uygun yanıtı planlamaktır. Beyin kabuğunun alın arkasındaki ön (frontal) lobu –ki en gelişkin haliyle insan beynindedir- yargılama, planlama ve karar verme üzerine uzmanlaşmıştır. Frontal lob zedelenmelerinde kişilik değişir: hastalar daha saygısız, uyumsuz ve tahammülsüz olurlar. Kaba tabirle içimizdeki ilkel ortaya çıkar (frontal kişilik). Hatırı sayılır bilgi birikimine rağmen, zihne dair bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında mütevazı kalır. İnsan zihnine dair en tutarlı kuram olan psikanaliz yukarıda özetlediğimiz evrimsel ve nörobilimsel bilgilerin ışığında doğmuştur.
Freud da zihni bir refleks arkı gibi hayal etmişti. İç ve dış uyaranlar hoşnutsuzluğa neden oluyor, zihin de hoşnutsuzluğun giderilmesi (uyaransız durum) için çabalıyordu. Dürtüler ilkel güdülerin zihinsel temsilcileriydi ve id denen yapıyı oluşturuyordu. Derhal doyurulmak istiyorlardı ama karşılarında uygarlığın yasaları (süperego) vardı. İd ve süperego arasındaki çatışmada ego arabuluculuk görevini üstleniyordu. İnsan yavrusu dünyaya vahşi doğasıyla ama hazırlıksız geliyor, aile içinde ehlileşiyor, başlangıçta egemen olan “haz ilkesi”nin, yani dürtüselliğin yerini “gerçeklik ilkesi” alıyordu. Zamanla çocuğun engellenme eşiği yükseliyor, erteleyebilmeyi, yani sabrı öğreniyordu. Freud kuramını mitoloji, sanat ve kutsal metinlerle ispat etmeye bayılırdı.
Kutsal metinlerde (tanrının) iman eden, kaderine razı, iyi kulu olmanın şartı sabır, bir aile kuramı olan psikanaliz açısından (ebeveynin) “uslu-akıllı” çocuğunun meziyetidir. Dünyaya bir arzu küpü olarak gelen insan yavrusu, olumsuz duyum ve duygulara katlanmayı, itkisel davranmamayı, neye-ne zaman isyan edip edemeyeceğini tedricen öğrenir. Aile bir sabır okulu gibidir; büyümek kuralların, sınırların ve kapasitemizin farkına varmak, ötesi bunlara razı olmaktır. Çoğu ruhsal rahatsızlığın temelinde, bazılarının da yapısında (Örn. Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu, Bağımlılık, bazı Kişilik Bozuklukları) sabırsızlık/tahammülsüzlük vardır. Çünkü sabır yoğun duygulanımla, işlevsel savunmalar aracılığıyla baş edebilmektir. Yani ruhsal olgunluğu ve kapasiteyi gösterir.
Sabır, tanımından da anlaşılacağı üzere beklemeye indirgenemez. Sabırsız, karamsar, umutlu, kaygılı, amaçsız bekleyişler de vardır. Sabra erdem niteliği veren basiret/sağduyudur. Basiret bütün erdemlerin koşuludur, eylemi itkiden ayırır ve gerçeklik ilkesine bağlar. Bellek salt geçmişe değil, geleceğe yönelik de çalışır. Basiret gelecek zaman belleğidir (Age,39). Sinir sistemi gelişkin hayvanlar yaşamlarıyla sınırlı bir tecrübeden faydalanırlar, insanın olanakları daha geniştir. Ama yine de bir musibet, bin nasihatten yeğdir. Tecrübe deneyimle ve zamanla içselleştirilir. Sabırsızlık hepimizin ortak deneyimidir.
Elbette sabır, zaman algısıyla da ilgilidir. Acılar uzun, mutluluklar kısa sürer. Mutsuzken zamanı atlatmayı, mutluyken durdurmayı arzularız; yani yoğun duyguların basıncında zaman hep aleyhimize işler. Bu anlamda sabır, zamana teslim olabilmektir. Peki, zamanın ruhuna? Hızın ve uyaranın arttığı günümüz dünyasında belleğin üç yönde de (geçmiş, an, gelecek) köreldiğini söyleyebiliriz. Zamanın ruhu bizi sabırsız, belleksiz ve arzulu olmaya iter. Basiret (ve diğer tüm erdemler) bir anlam dünyası içinde var olabilir. Tüketim toplumunun dürtüsel bireyleri için sabır dâhil tüm erdemler artık demodedir. Aşkın yerini tutku alır.
En sevimli sabırsızlar, şüphesiz ki âşıklardır. Âşık için vuslat, coşkulu-neşeli-umutlu ama sabırsız bir bekleyiştir. Sevilen, zihinsel gündemi tamamıyla kaplar, geri kalan her şeyin içi boşalır. Sanki yaşamı var eden, dünyayı döndüren güç aşktır. Kavuşmamıza engel olan, bizi maşuktan esirgeyen, hatta onu düşünmemize engel olan her şeye, her mesafeye öfkeleniriz. Arzunun yoğunluğu zihni felç eder, teferruatlarda boğulur, bütünden uzaklaşırız, adeta frontal lob devreden çıkar. Âşık dışardan, ona (çok) iyi gelen bir hastalığa kapılmış veya rüyaya dalmış gibi görünür. Onu uyandırmaya kıyamayız; çabalasak da sonuç alamayız. Üstelik hepimiz aşkın varlığına inanmak isteriz, daha doğrusu var olduğunu biliriz. Aşık olunca midemizde kelebekler uçuşur, ayrılınca göğsümüze taş oturur. Bitmeyen aşk bir fantasmadır, ufukta belirsiz bir çizgidir; oysa ayrılık/kavuşamama yanı başımızdadır ve somuttur. Aşığın sabırsızlığına hoşgörümüz umudun, neşenin bulaşıcılığındandır. Her aşkın biteceğini biliriz ama yaşan(a)mayan aşklara sabredemeyiz. Bitmeyen aşk, sabırlı âşık olabilir mi?
Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”ta kavuşamadığı gençlik aşkını beklerken yaşlanan romantik bir adamı anlatır. Arka planda bireysel ve toplumsal acıların (babasızlık, parasızlık, kolera salgınları, iç savaş, sınıfsal çatışmalar) cirit attığı roman, yarım asırlık bir bekleyişin mutlu sonla biten hikâyesidir.
1- Eyuboğlu İZ, Türk dilinin Etimoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları, 2004
2- Sponville AC, Büyük Erdemler Risalesi, Bilgi Ün. Yay, 2004
3- Kandel ER, Belleğin Peşinde, BU Yayınları, 2011
Yorum yapılmamış