yalnızlık
“Denilebilir ki yalnızlık, sadece teorik olarak mümkündür.”/Fairbrain
Mutlak yalnızlığı anne karnında yaşarız. Plasenteya “eş” denilmesi, belki de bunun yarattığı kaygıyla ilgilidir. Eşimiz doğmadan (rahimden çıkmadan) doğum sonlanmaz. Mutlak yalnızlık, “kadir-i mutlak”a mahsustur. Kimse Tanrı kadar eşsiz ve kimsesizliğe katlanacak güçte değildir.
Doğumla birlikte önce asli öteki (anne), sonra diğer önemli ötekiler (baba, kardeşler) yaşam sahnemize çıkar. Bu önemli ötekilerin kendi süzgecimizden geçen içsel temsilcilerini (bir nevi robot resimlerini) sürekli zihnimizde taşırız. Yani yakınlarımız, hep yakınımızda, içimizdedir. Onları veya onların sevgilerini kaybetme ihtimali bizde anksiyete yaratır. Şairin dediği gibi aslında sevilebilme ihtimalimizi severiz. Uzaklaştığımızda değil, sevdiğimiz kişiyi veya sevgisini kaybettiğimizde yalnız hissederiz. İçimizde bir boşluk açılır: Yalnızlık, bu boşluğun olumsuz duygularla (kaygı, keder vb.) birlikte hissedilmesidir.
Seçilmiş bir durum değilse, başa gelen, maruz kalınan acı verici bir şeydir yalnızlık. Yanında (yakın) birinin olması arzusunun karşılık bulamamasıdır; yani ötekinin varlığının yokluğudur. Yalnızlığı hayat biçimi haline getirmiş F.Kızılok “Yadigar” adlı şarkısında çok güzel özetler: “Sen varsın/Hasretin var/Bize bizden kalan kahrolası acılar/Sen varsın/Yokluğun var…”
Yalnızlık, kimsesizlik, ıssızlık, tenhalık durumu olarak tanımlanır. Kültürel farklılıklar kavrama yüklenen anlamları değiştirir. Yalnızlık ilişkisel mesafe alanının daha dar ve yakın olduğu Akdeniz ve Doğu kültürlerinde olumsuz çağrışımlar yaparken, Batı kültürlerinde tek başına olabilmek, bireyleşmek, kendine yetmek gibi olumlu özellikleri de çağrıştırır (113). Örneğin İngilizce’de yalnızlığı tanımlayan kelime sayısı Türkçe ’dekinden çok daha fazladır. Modern hayat içinde farklı yalnızlıklar vardır, yalnızlığı farklı algılayan yalnızlar…
Freud yalnızlığı, tıpkı karanlık gibi, bir fobi olarak görme eğilimindeydi. Fobilerin nedeni bilinçdışı dürtülerin yarattığı çatışmaydı; fobik nesneler (karanlık, kapalı alan, yükseklik, hayvanlar) bilinçdışı korkuyu gizleyen ikamelerdi. Yani yalnızlık da dış dünyayla (ötekilerle) değil, içerisi ile ilgiliydi. Kendi kuramının tutarlılığı için erişkinlerdeki yalnızlık ve riskleri üzerinde duramadı Freud, zaten kendi yalnızlığına bile “muhteşem tecrit” diyecekti. Freud’a yönelik eleştirilerden biri de çocukluktaki çatışmalara verdiği ağırlık nedeniyle zaman zaman yetişkin yaşamının ihtiyaç ve risklerini gözden kaçırabilmesiydi.
Freud sonrası okullar ve kuramcılar, sadece iç dünyayı ve çocukluğu değil, çevreyi ve erişkin ihtiyaçlarını da çözümlemelerinde konu edindiler. Çevrenin ruhsallığa etkisi konusunda ilk önemli katkıyı Winnicott yaptı, katkılarından biri de “Yalnız (kendi başına) kalabilme kapasitesi”ydi.
Winnicott’a göre anne, tıpkı gölge ve serinlik sağlayan bir şemsiye gibi çocuğa “kucaklayıcı bir çevre” sunmalıdır. Dünyaya çaresiz ve bakıma muhtaç halde gelen bebeği tutmak, kucaklamak, aynalamak ve yatıştırmak annenin temel işlevleridir. İç ve dış uyaranların neden olduğu anksiyete bu kucaklayıcı çevre içinde yatıştırılacak, bebek bu şemsiye altında büyüyecek ve zamanla artık anne olmadan da tek başına kalabilecektir. Tek başına kalabilen çocuk, kendi kurduğu oyunlarla zekâsını ve yaratıcılığını geliştirebilir, sabretmeyi ve ertelemeyi öğrenebilir. Çocuğun ihtiyaçlarını optimum miktarda karşılamak, onu zaman zaman yalnız bırakmak, (anneye) bağımlılığını azaltır, yalnızlığı zenginleştirici bir mahremiyete çevirebilir.
Bowlby, Winnicott’un kuramını bebek gözlemleriyle sınadı ve “Bağlanma Kuramı”nı geliştirdi. Çocuklar, gittikçe artan sürelerle, annesizliğe maruz bırakıldılar ve anneyle tekrar kavuşmalarında gösterdikleri tepkiler değerlendirildi. Bowlby ve arkadaşları üç çeşit bağlanma tipi belirlediler: 1- güvenli bağlanan çocuklar, yalnızlığa da, anneyle tekrar kavuşmaya da sakin yanıtlar verdiler, 2- kaçıngan bağlanan çocuklar anne varken de yokken de kaçıngan duruyordu 3- kaygılı bağlanan çocukları tepkileri tutarsız ve belirsizdi (114).
Annesizliğe verilen tepki, sadece anneyle nasıl bir bağ kurulduğunun (bağlanma biçimlerinin) değil, yalnızlığa verilen tepkilerin de ipuçlarını verir. Erişkin yaşamında da bağlanma biçimlerimiz, ayrılık ve yalnızlıkla baş etme repertuarımızı belirler.
Bir örnek üzerinden gidelim. Erişkin aşkında ayrılık, yalnızlık tehdididir. Yaşamla ve insanlarla güvenli bağlar kuran biri için ayrılık, tamir olunacak, dinlenilecek, sonuçlar çıkarılacak, acısı yaşandıktan sonra, umutla bakılacak bir süreç olabilir. Kaygılı bağlanan biri için ayrılığa da, birleşmeye de, geleceğe de tutarsız ve kaygılı bir bakış hâkim olur. Kaçıngan bağlanan biri tüm süreçlerde çekinik/vurdumduymaz olabilir. Ayrılıkların süresi ve sayısı arttıkça çiftler ayrılığa daha az tepki verirler. Uzun süre yalnız kalanlarda ise “yabanilik” hali gelişir: sıcak ve yakın olmakta zorlanırlar…
Özetle, ilişkilenme potansiyeli ile dünyaya geliriz. Erken dönemlerde yakın ve sıcak ilişkiler kurmak, kendimizi ve dünyayı sevmemizi, iki kişilik veya tek kişilik yalnızlıkları keyifle yaşamamızı sağlar. Görünen o ki sağlıklı insan yalnızlığı değil, ilişkiyi hedefleyen ama yalnız kaldığında da dış dünya ve iç dünyası ile ilişkisini sürdürebilen insandır. İlişki kumbarası dolu olanlar için yalnızlık, içe atılmış olanlarla idare edilebilecek farklı bir deneyim olabilir. Yalnızlığa nasıl ve ne kadar katlandığımız, kumbaranın içindekilerin nasıl değerlendirdiğimizle ilgilidir.
F.Ferruci, ilginç romanı “Tanrı’nın Ağzından Evrenin Hikayesi”nde, zaaflarıyla, acısıyla, sevecenliğiyle daha “insancıl” bir Tanrı fantezisi kurar. Dünyanın varoluşundan bu yana, yalnızlığına ortak olacak bir canlıyı arayan “tek” Tanrı. Çok tanrılı dinlerde, tanrılar yalnız değildir, kulların da onlarla kavuşma fantezisi yoktur. Oysa tek tanrılı dinler, Yaradan’a kavuşma arzusunu barındırır. Anne karnındaki yalnızlığımızı inkâr ediyor gibiyiz. Peki, Tanrı’nın yalnızlığını içimizde nasıl taşırız?